KEBİKEÇ

25 Nisan 2020 Cumartesi

ONBEŞLİLERİN TÜRKÜSÜ



Çanakkale Savaşı sırasında, İtilâf Devletleri Nisan 1915’te itibaren kara çıkartmasına başlar ve cephede daha fazla asker ihtiyacı ortaya çıkar. Bu nedenden dolayı Sultan V. Mehmed Reşad Mayıs 1331’de yani Mayıs 1915'de bir irade (emir) yayınlayarak, lise talebelerini de cepheye çağırır. 

Buna bağlı olarak da; Harbiye Nezareti de bir tebliğ yayınlar ve 1314 (1896) doğumlulardan -yani 19 yaşındakilerden- henüz askerlik hizmetine alınmamışlar  ile 1315 (1897) doğumlulardan -yani 18 yaşındakilerden- bedenen gelişmiş, harbe elverişli ve silah kullanma kabiliyeti olanları kıtaya çağırır. 


Bu çağrılar üzerine; Anadolu'nun her yerinden 15 ila 19 yaş arası gençler cepheye koşar. İşte "Hey Onbeşli Onbeşli" diye bildiğimiz Türkü de vatan uğruna hayatlarının baharında gözlerini bile kırpmadan ölüme giden bu gençler için yakılmıştır ve Türküde geçen “15’liler” de aslında 1315 (milâdi 1896 yılı) doğumlu olanlardır.



Türkü'nün sözlerini ve icrasını içerir bir videoyu aşağıda bulabilirsiniz. 


ONBEŞLİLER TÜRKÜSÜ

Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı

Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi onyediye

Gidiyom gidemiyom
Az doldur içemiyom
Sevdiğim pek gönüllü
Koyup da gidemiyom

(TRT Dörtlüğü)
Gidiyom gidemiyom
Sevdim terk edemiyom
Sevdiğim pek gönüllü
Gönlünü edemiyom

Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi onyediye

Giderim ilinizden (elinizden)
Kurtulam dilinizden
Yeşil baş ördek olsam
Su içmem gölünüzden

Aslan yarim kız senin adın Hediye
Ben dolandım sen de dolan gel beriye
Fistan aldım endazesi onyediye






28 Mart 2020 Cumartesi

ANKARA’DA MUSTAFA KEMAL’İN YANINDA / Alaeddine Haïdar




Yayınevi: Dorlion Yayınevi
Çevirmen: Özlem Pekcan


Yayın Tarihi

ISBN

6052497012

Baskı Sayısı

1. Baskı

Dil

TÜRKÇE

Sayfa Sayısı

88

Cilt Tipi

Karton Kapak

Kağıt Cinsi

Kitap Kağıdı

Boyut

13.5 x 21 cm




KİTAP VE YAZAR HAKKINDA

Savaş muhabiri Alaeddine Haïdar’ın, Kurtuluş Savaşı yıllarında gerçekleştirdiği Anadolu seyahati sırasında tuttuğu notlar France-Orient Komitesi tarafından kitaplaştırılarak bastırılmıştır.
İstanbul ve İzmir’in işgal altında bulunduğu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının üstünden birkaç ay geçtiği 1920 yılının Eylül ayında, İstanbul’dan hareketin ardından deniz yoluyla İnebolu’ya varışla başlar bu kısa, zorlu ancak önemli seyahat.

İnebolu’dan sonra Kastamonu, Ilgaz, Koç Hisar, Çankırı, Kulecik ve Ravlı üstünden Ankara’ya kadar uzanır. Haïdar, Milli Mücadelenin kalbi bu kentte pek çok tarihi şahsiyetle görüşme fırsatı bulur. İçlerinde en önemlisi kuşkusuz ki Mustafa Kemal’dir. 

Yolu iki defa kesişir, kendi deyimiyle “Türk Milliyetçilerinin Komutanıyla”. İlkinde gar binasının bahçesinde, ikincisinde gar binasında davet edildiği yemekte. Kitapta, ilk Meclis’te tesadüf ettiği genel kurul görüşmeleri ile o dönemde büyük ehemmiyet arz eden Men’i Müskirat Kanunu’nun (Alkollü İçki Yasağına ilişkin Kanun) kabul edilişine ilişkin notlar da yer alır.

Muhabirimiz ayrıca, işgale karşı Anadolu topraklarında verilen topyekün mücadelenin şekli ve niteliği, Kilikya Meselesi ve burada savaşan Fransız askerleri, Yunan mezalimi ile Milli Mücadelenin diğer doğu toplumları üstündeki etkisi hakkında bilgiler verir, Türk tarafının yaklaşımlarını ve görüşlerini aktarır.

Kitap, Haïdar’ın Halide Edib Hanım’ın kaldığı çiftliği ziyaretinin ardından, Anadolu’nun Kemalist kıyılarından ayrılmasıyla son bulur.

Koruma süreleri dolduğundan orijinal metnine açık erişim (1) sağlanan kitabın adına kaynakça ve dizinlerde (2) yer verilmekle, bazı kütüphane (3) kayıtlarında 1920’li yıllarda yapılan baskılara ait nüshaları bulunmakla birlikte, yazarı hakkında ismi dışında bir bilgi mevcutmuş gibi görünmüyor. 

Kitaptaki ifadelerden, yazarın Türk ya da en azından Osmanlı coğrafyası nüfusundan olduğunu, İsviçre’de iyi bir eğitim aldığını çıkarmak mümkündür. İlk Meclis görüşmelerini takip ve steno edebilecek düzeyde Türkçe bildiği anlaşılan yazar, buna rağmen (yine kendi ifadesine göre) Mustafa Kemal’in beyanatını Fransızca almıştır.

Diğer taraftan, kitabın basımını yapan France-Orient Komitesinin, Fransa Dışişleri Bakanlığının himayesinde 1913 yılında kurulduğunu, Onursal Başkanlarından birinin de Pierre Loti olduğunu söyleyebiliriz. Adını Fransa-Şark Komitesi olarak da
Türkçeleştirebileceğimiz söz konusu kuruluşun amacını ise, Fransa’nın doğu ülkelerindeki çıkarlarını gözetmek ve itibarını yükseltmek şeklinde özetleyebiliriz.

Kitapta yazar genellikle sade bir dil kullanır, kimi zaman da anlatımını edebi, hatta romantik betimlemelerle süslemekten kaçınmaz. Milli Mücadelenin kısa süre de olsa yakından tanıklığını yapan bir kalemden Türkçe’ye ilk kez tercüme edilen bu kitabın
çevirdiğiniz her bir sayfasında işgal ve direnişi, düşmanın tasavvur edilemez zalimliğini ve vahşetini tüm çıplaklığıyla görecek, Anadolu halkının verdiği imkânsız savaştaki dirayeti, Başkomutan’ından neferine, köylüsünden vekiline bir ulusun tamamının azmini ve kararlılığını hayranlıkla okuyacaksınız. 

Neticede muhakkak ki Cumhuriyetimizin yapı taşı, tarihimizin bu dönemini yeni baştan gözden geçirme ihtiyacı duyacaksınız.

Minnetle.

Özlem PEKCAN


(1) Project Guttenberg

(2) *Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi

*Açıklamalı Atatürk Kaynakçası, Türker Acaroğlu

*Batı İsviçre Türk Dernekleri Federasyonu web sitesi

(3) *Koç Üniversitesi Suna Kıraç Kütüphanesi

*Bibliothèque nationale de France

*HathiTrust Digital Library

18 Mart 2020 Çarşamba

UMUT BİZİ YAKALADIĞINDA




Hani bazen hayat ağır gelir… 

Hani bazen sebepli sebepsiz can sıkıntısı basar, bir mutsuzluk hissi kaplar ya... 

Endişeler duman olur, etrafını sarar, ruhunu bürür ya insanın...

Çok uzak bir vakitte, neredeyse bana ait olduğundan bile artık şüphe ettiğim bir geçmişte: Sanırım ortaokulda, bir müzik hocamız vardı. Enerjilerinin zirvesinde azgın ve hareketli onca çocuk arasında, başka âlemlerden bu dünyayı izlermiş haliyle gelir giderdi. Ayaklarının yere basıp basmadığı muammaydı.

Nihayetinde bir gün, belki gamsızlığımıza karşılık verme ihtiyacından ya da başka sebepten ötürü, kızı ve damadını bir kazada kaybettiğini, iki torunuyla baş başa kala kaldığını öğrendik. Bütün vurdum duymazlıklarımıza, zorlayıcı yaramazlıklarımıza, söz dinlemezliklerimize rağmen ağırlığını çabucak kavradığımız bir trajediydi bu. 

Yine o sıralarda, bir de şarkı öğretti bize. 

Her şey çok sisli puslu, hayal meyal. Bu yüzden tam bir kurgu yok zihnimde. Ne o yaslı, orta yaşı hayli geçkin hocamın adını hatırlarım bu gün, ne de şarkının tamamını. Yine de bazen kırık dökük bir melodiyle aşağıdaki dizeleri mırıldanırken bulduğum olur kendimi... 

Özellikle de sebepli sebepsiz bir can sıkıntısı dolaşıyorsa başımda:

“Hayatın cilvesi her gün başka olay,
Bazen yok bir ümit, bazen bir dolunay…”


İşte umut bizi böyle yakalar. 

8 Mart 2020 Pazar

KADINLAR ZAMANI




Kadim bilgilerin bize aktardığına göre; Tanrı önce adamı yarattı, yaratılmışların en üstünü olarak tüm evreni emrine verdi. Ama adam sahip olduğu üstünlükle o kadar yalnızdı ki, ona bir de eş gerektiğine karar verdi ve bunun üzerine kadını yarattı, kaburga kemiğinden. Yani aslında kadın erkek için yaratılmıştı, ondan bir parça ile onu bir parça eksik bırakarak...

Tanrı, Adem ile Havva için cenneti seçmişti mekân olarak. Ama şeytan işi bozdu, gitti kandırdı kadını, adama yedirdi yasak elma'yı. Bu açıdan bakıldığında, tüm zamanların en eski suçu, bir tutku suçuydu. Zira Adem, elmayı Havva'ya olan zaafından ötürü, ona kanıp da ısırmıştı.

Tanrı'nın gazabı, yeryüzü serüveninin ve insanlık tarihinin başlangıcı oldu. İlk büyük suçun cezasını çekedursun kadınla adam, başka günahlar eklemekten de geri durmadılar her biri kendi hesabına, o zamandan bu zamana, kendi yollarında yürüyüp, kendi hikâye-tarihlerini yazarken.

Bu güne vardığımızda ise artık, kadın sayısınca kadın olma hikâyesi var dünyamızda. Doğduğu toprağın, iklimin, ürünü olduğu kültürün özelliklerini üstünde taşırken, özgünlüğü, eşsizliği ve doğasıyla harmanlayarak bunları, yaşıyor ve yazıyor kadın.

Daha özelde ise, Türkiye'de kadın olmak var. Özetlemek gerekirse ülkede kadınlık hikâyesini: Bir yanda baş tacı, gözbebeği, bir yanda üçüncü sayfanın gedikli haberi. Masalların büyülü dünyasının prensesi-kraliçesi, evinin eksik eteği, kaşık düşmanı. Efsanevi aşkların başrolü, kovulduğu cennetin vaatlisi, diğer taraftan da sırtında kötek, karnında bebek. Kısacası ikilemlerin efendisi, kutupların baş yavuklusu...Yani kadınlık hiç de kolay değil, keyifli olduğu tartışılır, tercih edilir mi cevabı net değil. 

Sonuç olarak:  Türkiye'de kadın olmak; anlatılır değil, anlaşılır hiç değil!

Bir de unutmadan: Kadınlar Günü Kutlu Olsun!



 

7 Şubat 2020 Cuma

AYNADAKİ AKSİMİZ




Yazan: Özlem PEKCAN

Yalnız doğar, yalnız ölür insan. Önce tek, sonra çok, en sonunda yine tek kalır. Buradan hareketle önce kendisinin farkına varır, ardından başkalarını tanır. Kendisini nasıl görüyorsa öyle davranır karşısındakine ve kusurlu yapısı, birbirinin zıttı her türlü özelliği karakterinde bulundurabilme kapasitesi, işleri karıştırır çoğunlukla.

Bu yüzden, iyiden kötüye geniş bir yelpazede ve o derecede zıt kutuplara aynı an içinde çeşitli geçişler, sert savruluşlar yapabilir,  üstelik benzer his ve dürtülerle. Aradaki tek fark; bir zaman onları yönetebilirken, artık onların esiridir. Davranışlarının yarattığı fırtınanın ortasında, kendisi dışındaki benlikleri de hırpalarken medet umduğu tüm dengesizliğini maskeleme maharetidir.

Ancak çağımızda her şey giderek şeffaflaşıyor, saklamak ve saklanmak giderek zorlaşıyor. Mekânlar, iletim ve iletişim böylesi kolay erişilebilir bir düzlemdeyken, hadi diyelim ki karakterini perdeledi de yansımasını filtrelemesi kişinin ne kadar mümkündür? Bir siteyi hacklemekten bile daha kolay bu gün insani kusurları deşifre etmek.

Şöyle bir göz gezdirin, medyadaki fotoğraflara ve videolara. Karşılaştırın geçmişle şimdiki zamanı. Bir vakitler başarı ile güzelleşen, takdirle çevrelenen pek çok kişi, artık ne hallere bürünmüşler. İlk başlarda ışıl ışıl parlarken, şimdilerde o ışık kaybolmuş, kimi kez açıklanması güç şımarıklıklarla, kimi kez hazmedilemez saldırganlıklarla çıkıyorlar toplum önüne tuhaf bir aymazlıkla sarmalanmış dağlar boyu egoları eşliğinde. Çünkü geçmişin efendiliği, esarete dönüşmüş. Kişiliklerini, becerilerini, başarılarını, kısaca onları bir yerlere taşıyan tüm güzel özelliklerini yönetmeyi çoktan bırakmışlar. Kim bilir hangi hırslarına yenilmişler.  

Yine de en etkilisi yüz yüze iletişim bence. Çünkü çuvaldız başkasına ise, iğne gerektir illâ onu tutan elin sahibine. İşte bu nedenledir ki, herkes, hepimiz sık sık aynaya bakmalıyız: Neler söyler oradaki aksimiz bize?


4 Şubat 2020 Salı

DOĞRUYU SÖYLEMEK HER ZAMAN DOĞRU MUDUR?



Yazan: Yel Da

Meselâ bir arkadaşınızın sevgilisinin bir başkasıyla ilişkisi olduğunu biliyorsunuz: Ne olacak şimdi?

Ya da arkadaşınız işten çıkarılacak, size söylediler, ama onun haberi yok: Bunu ona söyler misiniz?

Kızınızın sevgilisiyle tanıştınız ve ondan nefret etiniz: Ne yaparsınız?

İş yerinden örnekle devam edelim; amiriniz konuşurken veya bir açıklama yaparken hata yaptı: Hatasını düzeltir misiniz?

Bir başka örnek daha; sevgilinizi veya eşinizi aldattınız, çok pişmansınız, söyleseniz güven kaybı, kalp kırıklığı, belki de affedilmemek ve hatta yalnızlık sonu, söylemezseniz bu yükü taşımanın ağırlığı: Hangisini tercih edersiniz?

Ne derler bilirsiniz: "Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar."

Yani bir çok insanın yapacağı gibi, doğruyu söylemek veya söylememek arasında kalmak, söylemekle kaybedeceklerinizin bir hesabını yapmak ve karşılaşabileceğiniz olası durumları tartmak doğal değil mi? 

Bu bedel, anlaşılmamak, arada kalmak, gammaz durumuna düşmek, sizden yetkili bir insanın şimşeklerini üzerinize çekmek, gücendirmek veya sevdiğinizin sevgisini kaybetmek gibi bir çok değişik şekilde olabilir.

Yani bu konu biraz hassas, çünkü gerçeklerle yüzleşmek  acı vericidir. 

Doğruyu söylediniz, gelecek tepkilere ve ödeyeceğiniz bedellere hazırlıklı olun. Söz ağızdan bir kere çıktıktan sonra tepkileri önleyemezsiniz.

Doğruyu söylemekten kaçındınız, bu sefer de, samimiyetsizlik veya başka ağır şeylerle itham edilmeniz riski doğar.

Yani her iki durum da zor. Ama belki biraz bekleyip gelişmeleri görmek ve ona göre tavır almak olabilir tercihiniz. Sakın yanlış anlamayın, ne şiş yansın ne kebap değil maksadım, doğru zamanda bildiğimiz şeyi ifade etmek.

Doğru yer ve doğru zamana denk gelme meselesidir şans. Biraz da doğru tavır eklemek gereklidir, bence. 

Neyse, ikilemleriniz sizi sınamasın, sıkmasın ve bir çareniz daima bulunsun. 

Hayatınızdaki en kötü yalan da aşağıdaki gibi olsun!




25 Ocak 2020 Cumartesi

BRÜTÜS'E NE OLDU?






Yazan: Özlem Pekcan

Çocukken, kahramanlardan daha da fazla onların kaderini belirleyen karakterlere ne olduğunu merak ederdim hep, öykü bittikten sonra.

O rüyadaki ak sakallı dede, nereye giderdi, öğüdünü verdikten sonra? Ya da yüzyıl süren büyüyü yapan o kötü perinin başına ne gelirdi herkes uyandığında?

İşte bu yüzden, ne zaman esaslı bir ihanetle karşılaşsam veya birinin diğerine kazık attığı bir olay medyaya yansısa ve o meşhur “Brütüs” gündeme gelse, benim de zihnimi aynı sorular kurcalar: Kahramana ne olduğunu biliyoruz da, diğerlerinin başına neler geldi?

Meselâ, Sezar’ın ünlü generali Antonius ne yapmıştır o meşum günden sonra? Ya da Kleopatra ne hissetmiştir? Peki Brütüs’e ne olmuştur, başına neler gelmiştir hançeri sapladığı andan itibaren?

“Dostlar, Romalılar, vatandaşlar, beni dinleyin: Ben Sezar'ı gömmeye geldim, övmeye değil!” diye başlar Marcus Antonius’un o tiradı.

Sezar, senato kapısında, en yakını ve hatta yoldaşı kabul ettiği Brütüs’ün de dahil olduğu kalabalık bir grup tarafından henüz katledilmiştir.

Sezar’ın komutanlarından ve Brütüs ile de yakın bir dostluğu bulunan, ancak bu komplonun dışında kalmış Antonius (ki bu şekilde başa geçmeyi umut ettiği şeklinde tarihi yorumlar da var), onun cenazesi başındadır şimdi ve devam eder:

“İnsanların yaptıkları fenalıklar arkalarından yaşar, iyilikler ise çoğu zaman kemikleriyle beraber gömülür gider. Hadi Sezar’ınkiler de öyle olsun. Asil Brütüs size Sezar’ın haris olduğunu söyledi; eğer böyleyse, bu ağır bir suç. Sezar da bunu pek ağır ödedi… O benim dostumdu, bana karşı vefalı ve dürüsttü; lakin Brütüs haris olduğunu söylüyor ve Brütüs şerefli bir zattır…

Bir zamanlar siz onu (Sezar’ı) hep severdiniz, bu sebepsiz değildi. Öyleyse sizi ona yas tutmaktan alıkoyan nedir?

Ey izan! Sen hoyrat hayvanlara sığınmışsın, insanlar da muhakemelerini kaybetmiş. Beni affedin. Kalbim tabutun içinde, şurada, Sezar’ın yanında, tekrar bana gelinceye kadar beklemeli.”

Shakespear’in ünlü oyunu Jül Sezar’da geçen bu tirad; sadakat ve ihanete dair çok zeki bir demagojidir.

Aslında Brütüs, Senato tarafından tiranlığının kabul edilmesi nedeniyle yok olma tehlikesi karşısında, sırf cumhuriyeti kurtarmak için Sezar’ın katline ortak olmuştur. Ama bu cinayet cumhuriyetin sonu hızlandırır ve yerine geçen Oktavianus (Sezar’ın resmi evlatlığı) imparator ilan edilir. Bir bakıma bir kaderi önlemeye çalışırken onun nedeni olur. Üstelik erdemi ve sadakati ile tanınırken hain ilan edilir zavallı Brütüs. Sonuçta da peşine düşen Romalıların kendisini sıkıştırdığı köşede, onların eline düşmeden intihar eder.

Antonius ise Mısır’a gider. Sezar’ın da tutkunu olduğu Kleopatra ile büyük bir aşk yaşar. Ve Sezar’dan zaten bir oğlu olan Kleopatra’nın Antonius’tan da ikiz çocukları olur. Ancak imparatorluk bu ikiliyi bir tehlike olarak görmeye başlayınca işler değişir, Roma İskenderiye’ye girdiği sırada Antonius intihar ederek hayatına son verir, arkasından da Kleopatra.

Gerçekte ne Brütüs efendisine ihanet eden ilk yoldaştır, ne de Sezar ihanete uğrayan ilk tiran. Ama onları böylesine ünlü ve ölümsüz kılan, belki de Shakspear’in birini diğerine bağlayarak Sezar’a söylettiği sözlerdir:

“Sen de mi Brütüs! Öyleyse yıkıl Sezar!”

SÖYLE SÖZÜNÜ

Ad

E-posta *

Mesaj *

kimler gelmiş:)

Twitter

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı