KEBİKEÇ

14 Ağustos 2020 Cuma

MERAKLILAR - RİCHARD BACH




özlem pekcan'ın kitaplığından


Yazan: Özlem PEKCAN

İnsanlarla dağ gelinciklerinin paylaştıkları bir dünyada, tastamam bizim dünyamızda, anlaşıldığı kadarıyla en az insanlar kadar ileri bir medeniyette yaşayan dokuz dağ gelinciğinin yaşam macerasının anlatıldığı bir kitaptan bahsetmek istiyorum: “Meraklılar”.

Dağ gelincikleri tabiatın vahşi ve evcilleştirilmesi zor hayvanları olarak bilinir. Ancak Richard Bach’ın hafif ve akıcı üslubuyla bizi içine çektiği dünyada durum çok farklı: Burada, yaşam amacı ve tekâmülü peşine düşmüş kimlikleriyle çıkıyorlar karşımıza.

Shamrock; bir dedektif. İlk büyük gerçeği, dağ gelinciklerinin dünyamıza nereden geldiklerini bulacak kadar iyi bir dedektif.

Budgeron ve Danielle, birbirini çok seven evli bir çift. Biri çocuk kitapları yazıyor, diğeri ise aşk. Bethany, sahil güvenlikte bir kurtarma gemisi kaptanı.

Monty ve Cheyenne, birisi çiftçi, diğeri ise Hollywood starı. Birbirlerine deli gibi aşıklar.

Stormy ve Strobe. İkisi de pilot, birlikte olmak ve dünyayı değiştirmek kaderlerinde var.

Her ne kadar tesadüfen seçilmiş ve hiçbir bağlantıları yokmuş gibi görünseler de, öyküler ilerledikçe satır aralarında kesişen zamanlar ve hayatlara rastlıyorsunuz. Bu bakımdan ilk sayfadan itibaren karakterlere dikkat etmeli sevgili okur, aksi takdirde “ben bu ismi bir yerde daha görmüştüm” diye sayfalarca geriye gitmek mecburiyetinde kalabilir.

Gelinciklerin muazzam dönüşümü içlerinden birinin, korkunç bir savaşın ortasında aldığı kişisel kararla başlıyor: “Kötülükten elimi eteğimi çekiyorum.”

Yazar, basit ancak uygulanması ve benimsenmesi zor ilkeler üzerinde temellendiriyor kitabında tasvir ettiği eşsiz medeniyeti:

“Başkasına vereceğim zararı, her ne olursa olsun önce kendime vereceğim.” ya da “Bütün seçimlerimi yaparken ve her günümü yaşarken en yüksek doğruluk duygusu hep içimde olacak.”

Aşağıdakileri de eklemeden edemeyeceğim:

“Nasıl ki kendime saygı duyuyor ve nazik davranıyorsam, akranlarıma, büyüklerime ve çocuklara da aynı saygı ve nezaketle yaklaşacağım.”

“Başkaları için isteyeceğim diledikleri gibi yaşama, düşünme ve inanma özgürlüğüne sahip olmalarıdır. Bu özgürlüğü kendim için de isterim.”

Sonsuz nezaketle, egodan olabildiğince arınmış, kendini ve kaderini gerçekleştirmek amacına odaklanmış karakterlerimizin maceraları, yaşam misyonu konusunda okuruna da tek bir şey öneriyor gizliden gizliye: “İçindeki sesi dinle!” ya da kitaptaki anlatımıyla “içindeki en yüce doğruyu takip et!”

Çünkü Antonius Ferret’e göre (bu arada ferret, dağ gelinciği demek): “En yüce doğrumuz bütün olası gelecekleri bilir. Bize fısıldadıklarına uyduğumuzda bizi bekleyen ödülün büyük bir mutluluk olduğunu anlarız.”

Anlatı sürdükçe her kahramanın amacına ulaşacağına, aradığını bulacağına ilişkin bir güven veriyor. Tıpkı masallardaki gibi! Doğrusu üslup da bunu destekliyor.

Ama bu yanıltmasın, dikkatli okur, daha ilk satırdan itibaren derinde yatan felsefeye ve varoluş sorularına esir düşüyor. Son satırlarda ise; her bir kahramanın öyküsünden hareketle kendi yaşam serüvenini sorgularken buluyor kendini.

Anlatılmak istenen ile anlaşılan her daim tartışıla gelmiştir. Dolayısıyla bu kitapta da her okurun kendine has bazı çıkarımlar ve sorgulamalar yapacağına inanıyorum.

İşte benimkiler:

o   “Uyuyan Güzel” veya “Külkedisi” kıvamındaki masalsı ve hoş üslup, konu kadar neyin nasıl anlatıldığının da önemini bir kez daha kanıtlıyor. Peki ya kahramanlar dağ gelincikleri yerine insanlar arasından seçilseydi, kitap bu derece etkileyici olur muydu? 

o   İnsana dair tüm hikâyenin dağ gelinciklerine atfedilmesi, okurun hayal dünyasını besleyen ve geliştiren, hatta meseleyi yavanlıktan çıkaran bir yöntem. Bu durumda, insan tabiatı mı çok yavan, yoksa dağ gelinciklerininki mi çok zengin ve derin?

o   Üçüncü gözün kitapta okuduklarını kolayca benimsemesi, doğrulaması ve ikna olması nasıl bu kadar mümkün?

o   Savaşların, itişmenin-kakışmanın görülmediği dağ gelinciklerinin bu barışçıl dünyasında, (eh medeniyette ileriyken) siyasi bir sistem ve politikacılar da var mı acaba?

o   Peki ya insanlar?

“Üzgünüm,” dedi erkek olan (dağ gelinciği) kıza, “kaderimiz bizi ayrı yönlere götürüyor.”

“Ben de,” dedi kız, “kendi yolumuzda birlikte yürüyemediğimize üzülüyorum.”

İkisi sevgilerini kalplerinde sıcacık taşıdılar ama aynı zamanda en yüce doğruyu dinlediler ve zıt yönlerdeki patikalarda yürüdüler.

Pek çok maceradan sonra, şafağa giden yolun dağı aşıp denize ulaştığını, alacakaranlığa giden yolun da denizi geçip dağa ulaştığını keşfettiler.

Aşıklar dağın diğer tarafında, denizin öteki kıyısında tekrar buluştular ve artık yolları birdi.”

(Meraklılar, Richard Bach, 4. Kitap, Monty ve Cheyenne)


7 Temmuz 2020 Salı

DÜNYAYI DEĞİŞTİREN ADAM

Başlık ekle

Yazan: Özlem PEKCAN

“Gençliğimde çok büyük hayallerim vardı, devasa plânlarım, boyutsuz umutlarım,” diye anlatısını sürdürdü adam. Arada bir adımlarını yavaşlatıyor, peşindeki genç çiftin kendisine yetişmesini bekliyordu. “Dünyayı değiştirecektim.”

Antik tiyatroyu yarım daire şeklinde çevreleyen taş basamakların sonuncusuna tırmanmışlardı. Aşağıda sınırları birbirine karışmış deniz ile kumsal bulundukları yerden izleyicilerini derin bir sonsuzluğa davet eder gibiydi. Rehber, ancak yanına ulaşan ikiliye çevirdi sevecen bakışlarını:

“Ama olmadı, yapamadım,” dedi. Hayal kırıklığına uğramış görünmüyordu.

“Sonra ne yaptınız?”

Rüzgârla yerinden oynayan şapkasını başına bastırdı: “Ben de kendi dünyamı kurmaya karar verdim,” diye cevapladı. Kırçıllaşmış gür saçları havada uçuşup durmaktaydı. “Mâdem ki dünya bana uymuyordu, bana uyan bir tane yapardım ben de.”

Aklından geçenlerle bir an duraksadı. Tüm o anılar, tecrübeler birbiri peşi sıra zihnini doldurmuştu belli ki. Neden sonra: “Ve bilin bakalım ne oldu?” diye konuştu tekrar.

“Ne oldu?”

Beklediği sorunun gelmesiyle sırlarla dolu, genişçe gülümseyerek kısaca cevapladı adam: “Dünya değişti.”

18 Haziran 2020 Perşembe

UÇURUM


                  

                     

                                                                                Yazan: Özlem PEKCAN

Nietzsche, bir uçuruma uzun süre bakarsan, onun da sana bakacağını söylemiş. 

Benim açımdan bu; hayata nasıl bakarsan o da sana öyle bakar anlamına geliyor. Sayısız bakışın sayısız uçurumu olabilir meselâ ve atlamak istersen de eğer tereddütsüz kucak açar, hatta keyifle çeker aşağıya.  

Öyle anlar vardır ki bağlar ya da koparıp uzaklaştırır her şeyden. Tek bir düşünce, bir pırıltı ya da zihin oyunu görünmez ancak yeri gayet iyi bilinen o çizgiyi geçirtiverir. Bir de bakmışsın uçurumun dibinde kendi cehenneminin zebanileriyle baş başasın. 

Ne kadar kaçınırsa kaçınsın herkes günün birinde o yarın başında bulabilir kendisini. Elbetteki maharet düşmekte değil, uçmakta. Değil mi ki yer çekimi kanatsız.

Felsefi, dini ya da her ne sistem içinde olursak olalım, neye baktığımızdan daha fazla nasıl baktığımız, ne anlattığından ise ne anladığımız önemli. Zira hayat biz ne kadarsak o kadar, anlam da o kadar.

28 Mayıs 2020 Perşembe

ALEVİNE ÂŞIK MUM



                                                                                Yazan: Özlem PEKCAN

Mum alevine âşıkmış. Öyle âşıkmış ki aşkından erir bitermiş. Alev de muma tutkunmuş. Öyle tutkunmuş ki tutkusundan yanar kavrulurmuş.

İşte bu yüzden giden sevgili de ardında bıraktığının yüreğinde kırk mum yakar öyle gidermiş.  Her gün biri sönermiş.  Kırkıncı gün geriye artık tek mum kalırmış. Ama o mum asla sönmezmiş. Eridikçe dirilir, kavruldukça canlanırmış. Alevi de kendi de tükenmezmiş.

Bu işin sırrı yürekteymiş. En derinlerde, kuytularda gizliymiş. Göze görünmez, dile gelmezmiş. Gelemezmiş. Gelmedikçe de alevine âşık mum, muma tutkun alev yandıkça yanarmış. Hep yanarmış...

11 Mayıs 2020 Pazartesi

İYİ İNSANLARIN KÖTÜ İŞLERİ - ÖZLEM PEKCAN




Yaşam sıra dışı olduğu kadar sıradan, karmaşık olduğu kadar basittir ve hiçbir beşerî yaratım onun olağanüstü kurgusuna yetişemez.
Mekanizması tersten işleyen böylesi tuhaf bir düzende iyi insanların kötü, kötü insanların da iyi işlerine rastlanır sıklıkla. Bu açıklanamaz ikilem, kimi zaman bir diken, kimi zaman bir ok gibi saplanır hikâyesindeki yüreklere. Kimi zaman vicdanın mahkemesinde, kimi zaman bitmek bilmeyen bir ömürde mahkûm eder kahramanlarını.
Anlatılanların ardında başka anlatılar da saklıdır çoğunlukla. Sırrına varmak her daim mümkün görünmez ne okuruna, ne yazarına. Bu durumda belki de yapılması gereken tek şey bilinen, görünen ya da tasavvur edilenin ötesine geçmek ve o taraftan bu tarafa bir bakış atmaktır sadece.
İYİ İNSANLARIN KÖTÜ İŞLERİ TIKLAYIN


Stok Kodu
:
9786052497050
Boyut
:
13.50x21.00
Sayfa Sayısı
:
132
Basım Yeri
:
Eskişehir
Baskı
:
1
Basım Tarihi
:
2020-02
Kapak Türü
:
Ciltsiz
Kağıt Türü
:
2. Hamur
Dili
:
Türkçe
 Barkodu           : 9786052497050


7 Mayıs 2020 Perşembe

ANNE ÖYKÜLERİ GÜLÜMSETSİN HEPİMİZİ!



Bu Pazar anneler günü. 

Koskoca bir yılda başka gün yokmuşçasına  annelerimizin eteklerine koşuşacağız yine bu Pazar, eğer uzakta iseler telefonlara yapışacağız. 

Bunları yapabilmek çok güzel aslında.

Tüketim kültürü, bu günün anlamı-anlamsızlığı ve başka her türlü polemiği bir yana bırakarak, annelere adanmış bu güne özel gülümsemeler olsun herkeste!

İşte bir kaç cümle ile gülümseten Anne öyküleri:

Anne; çocuk sahibi olduğu andan itibaren kişiliği ikiye bölünen, bir tarafı ile son derece normal olup, her türlü sosyal sorumluluk ve görevini yerine getiren, diğer tarafı ile de tamamen uçurmuş ve normal olmayan olamayan kişidir. 
***
Anne, her ne meslekte olursa olsun, en büyük yaratıcılığı çocuklarını büyütürken gösterir. Bu gizli özelliği yıllar geçip büyüdükten ve kendileri de çocuk sahibi olduktan sonra anlaşılır ancak evlâtları tarafından.
***
Anne, "zararlı" ya da "tehlikeli" diye yasakladığı her şeyi "bana bi şey olmaz" diyerek yapar. Sıkıysa bir şey söyleyin bakalım!
***
Anne, cep telefonunu asla açmayan, ama üç gün sonra "beni mi aradın sen?" diye arayan bir kişiliktir. Daha da garibi, kendisi aradığında ilk üç saniye içinde cevap verilmesini bekler. Aksi takdirde çıkacak olay onun sorumluluğunda değildir. 
***
Annenin, bilindik veya bilinmedik ne kadar ermiş, veli ve yatır varsa onlarla yakın ilişkisi vardır. Bu bakımdan akıllı bir evlât annesiyle daima iyi geçinmelidir!
***
Anne, çocukken veya gençken asla öyle yapmamıştır. Eğer evde bir büyükanne veya büyükbaba yoksa kesinlikle çocuklarına bunu yutturabilecek kadar da rol yeteneği yüksek kişidir anne.
***
Kayboldu ya da başına bir şey geldi diye aranan ve sonuçta oturma odasında uyuyup kaldığı anlaşılan kişi annedir. Böyle bir durumda evde ondan başka hiç kimsenin aklına odaları kontrol etmek gelmediğinden bu acaip olay ancak anneyle yaşanır. 
***
Anne daima haklıdır. Değilse de, haklı olacak bir yol muhakkak bulur! İtirazı olan?
***
Ve şöyle bir konuşma ancak anne ve evlât arasında geçer: 
Anne: Şeyma, telefonumun şarjı bitti!
Evlât: Mümkündür... Şarja tak, işe yarar...
Anne: Ukalalık etme... Dışarı çıkcam, ulaşamazsan merak etme.
Evlât: Peki...
Anne: Babanın cebinden ararsın artık... Ben yanında diilim.
Evlât: Ya niye arıyorum o zaman anne yaaa...
Anne: Sen ne diyorsam onu yap...
***
ANNE-OĞUL ARASINDAKİ İLİŞKİ BAZEN ŞÖYLE OLABİLİR: 


ANNE KIZ ARASINDAKİ İLİŞKİ DE BAZEN ŞUNA DÖNEBİLİR:


Vee son cümle daima: 
ANNECİĞİM, ANNELER GÜNÜN KUTLU OLSUN!

27 Nisan 2020 Pazartesi

YÜZYILIN MİNNETİ






Yazan: Özlem PEKCAN

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 100. Yılını kutluyoruz. Bu dönemin tanıklığını yapan pek çok yerli ve yabancı eser bulunduğunu hepimiz biliriz. Bunlardan biri de Alaeddine Haïdar tarafından kaleme alınmış “Ankara’da Mustafa Kemal’in Yanında” adlı kitaptır.  

Esasında bu İstanbul ve İzmir’in işgal altında bulunduğu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının üstünden birkaç ay geçtiği 1920 yılının Eylül ayında Anadolu’ya yaptığı kısa seyahate ilişkin tuttuğu notlardan müteşekkil bir kitaptır.

Muhabirimizin zorlu seyahati, İstanbul’dan hareketin ardından deniz yoluyla İnebolu’ya varışla başlar. Ardından Kastamonu, Ilgaz, Koç Hisar, Çankırı, Kulecik ve Ravlı üstünden Ankara’ya kadar uzanır.  Günler ve saatler süren bir yolculuğun ardından ulaştığı kente dair ilk izlenimlerini şöyle aktarır Haïdar:

“Bir evler yığını tasavvur edin, yarısı savaş sırasında bir yangında harap olmuş. Sadece şehir merkezine yakın birkaç taş bina alevlerin yarattığı yıkıma direnebilmiş. İlk bakışta Kemalistlerin başşehrinin hali içler acısı. 

Sokaklar tuhaf bir kalabalıkla kaynıyor. Göğüsleri fişek dolu, tepeden tırnağa silâhlı, kafalarında onlara savaşçı aynı ölçüde de ürkütücü bir hava bahşeden sarıklı başlıklarla dolaşan çeteler görülüyor. Daha ötede herhangi bir görev ya da talimden dönen düzenli birlikler geçiyor.
 

Ankara’da adım atacak yer yok, boş bir merdiven basamağı bulmayı başaran yolcunun kendisini mesut addetmesi gerek, zira söz konusu basamaklar kayda değer yataklardan sayılabilir. 

Zorlu araştırmalar neticesinde, uyumak için geceliği bir Türk lirasına lütfen bir yüklük kiraladım. Ankara ağzına kadar dolu diyebiliriz, şehrin ana yollarından neredeyse itiş kakış yürüyen karışık ve kalabalık insanlar topluluğu püskürüyor. Tuhaf simalarla karşılaşıyoruz, Küçük Asya’dan gelmiş Tatarlardan, Türkistan Kırgızlarından, muhtemelen Bolşevik Rusya’dan kaçmış Zencilere ve Çinlilere kadar.” 

Haïdar şöyle bir yerleştikten sonra, Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında bulunan tanıdıklarla buluşur ve onlardan kendisini komutana takdim edeceklerine dair söz alır. Yolu iki defa kesişir, kendi deyimiyle “Türk Milliyetçilerinin Komutanıyla”. 

Gar binasının bahçesinde ilk kez karşılaştığı Mustafa Kemal’i şöyle betimler kitabında:

“Boylu, enerjik görünümlü Türk Milliyetçilerinin Komutanı kırklı yaşlarında olmalı. Yorgunluğuna karşın delici bakışları ve çok güçlü bir sesi var.”

Bazı acil meseleler yüzünden fazla sürmeyen ilk görüşmenin ardından sonraki görüşme muhabirimizin öğlen yemeğine davet edildiği gar binasında gerçekleşir:

“Yemekten sonra, sigara içmek için salona geçiyoruz ve onun karşısında oturan ben muhabirlik görevimi yerine getiriyorum. Bütün sohbet esnasında, Mustafa Kemal’in delici bakışlarına hayranlık duymadan edemiyorum. Büyüleyici oldukları söylenebilir. Böylece ben popülerliğinin nasıl gözlerinin ve sözlerinin etkisine dayandırıldığını anlıyorum. Paşa akıcı bir Fransızca konuşuyor.”

Verdiği beyanatı: 

“İşgalcilere karşı savaşan askerlerim ve bütün bir halk, önceki halifelerimizden miras kalan kutsal toprakları müdafaa etmek için ölüyor.  

İlâhi amacın başaracağına dair kör bir inancım var, zira bu inanç, her ne kadar hırsla boğulmak istense de hakkaniyeti temsil ediyor.” Sözleriyle tamamlar Mustafa Kemal.

      İşgal kuvvetlerinin tasavvur edilemez zalimliği ve vahşetine karşın, Anadolu halkının verdiği imkânsız savaştaki dirayeti, Başkomutanın bu “kör” inancını haklı çıkaracak, 1920 Nisanı’nda egemenliği kayıtsız şartsız millete atfeden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, kazanılan Büyük Zafer’i müteakip Ekim 1923’de Cumhuriyetin ilânıyla taçlanacaktır.

          Yukarıda bahsi geçen kitap gibi, sayısız pek çok kaynaktan günümüze aktarılan Cumhuriyetimizin yapı taşı bu dönem, her ne kadar artık tarihe mal olmuş görünse de bu günkü bağımsızlığımızın bedelinin, hiç de uzakta kalmayan bir geçmişte büyük fedakârlıklar, atalarımızın canı ve kanı ile ödendiğini hatırımızdan asla çıkarmayalım. 

Demem o ki; içimizdeki minnet duygusunu her daim yaşatalım ve hakkını verelim ki, kutlayacağımız nice 100 yıllara erişelim.

SÖYLE SÖZÜNÜ

Ad

E-posta *

Mesaj *

kimler gelmiş:)

Twitter

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı