KEBİKEÇ

16 Mayıs 2019 Perşembe

Tatbikatı safhalara ayırmak ve kademe kademe yürüyerek hedefe varmak (Nutuk/ 13)

Mermi yapan kadınlarımız


Türk ata yurduna ve Türk’ün istiklâline tecâvüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe müsellahan mukabele ve onlarla mücadele eylemek icap ediyordu. Bu mühim kararın bütün icâbat ve zarûriyâtını ilk gününde izhâr ve ifade etmek, elbette musîb olamazdı. Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakayi ve hâdisâttan istifade ederek milletin hissiyât ve efkârını ihzâr eylemek ve kademe kademe yürüyerek hedefe vâsıl olmaya çalışmak lâzım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz senelik ef’âl ve icrââtımız bir silsile-i mantıkıye ile mütâlaa olunursa, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz istikamet-i umumiyenin ilk kararın çizdiği hattan ve teveccüh eylediği hedeften asla inhirâf eylememiş olduğu kendiliğinden tebârüz eder.

Burada, zihinlerde mevcut olması ihtimali bulunan bazı tereddüt düğümlerinin çözülmesini teshîl için bir hakikati beraber müşahede etmeliyiz. Tezâhür eden millî mücadele, haricî istilâya karşı vatanın halâsını yegâne hedef addettiği halde, bu millî mücadelenin muvaffakiyete iktirân ettikçe safha safha bugünkü devre kadar irâde-i milliye idâresinin bütün esâsât ve eşkâlini tahakkuk ettirmesi tabii ve gayr-i kabil-i ictinâb bir seyr-i tarihî idi. Bu mukadder seyr-i tarihiyi an’anevî itiyâdâtıyla derhal ihtisâs eden hanedan-ı hükümdarî ilk andan itibaren millî mücadelenin hasm-ı bî-âmânı oldu. Bu mukadder seyr-i tarihîyi ilk anda ben de müşahede ve ihtisâs ettim. Fakat nihayete kadar şâmil olan bu ihtisâsâtımızı ilk anda kâmilen izhâr ve ifade etmedik. Müstakbel ihtimâlât üzerine fazla beyânât, giriştiğimiz hakikî ve maddî mücadeleye, hayâlât mahiyetini verebilirdi. Haricî tehlikenin yakın tesirâtı karşısında müteessir olanlar arasında, an‘anelerine ve fikrî kabiliyetlerine ve ruhî hâletlerine mugayir olan muhtemel tahavvülâttan ürkeceklerin ilk anda mukavemetlerini tahrik edebilirdi. Muvaffakiyet için amelî ve emin yol, her safhayı vakti geldikçe tatbik etmekti. Milletin inkişaf ve itilâsı için selâmet yolu bu idi. Ben de böyle hareket ettim. Ancak bu amelî ve emin muvaffakiyet yolu, yakın refîk-i mesâim olarak tanınmış zevâttan bazılarıyla aramızda, zaman zaman ictihâdta, muâmelâtta, icrââtta esaslı ve tâlî birtakım ihtilâflar, iğbirârlar ve hatta iftirâkların da sebebi ve izahı olmuştur. Millî mücadeleye beraber başlayan yolculardan bazıları, millî hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmülâtında, kendi fikriyât ve ruhiyâtının ihatası hudûdu bittikçe, bana mukavemet ve muhalefete geçmişlerdir. Bu noktaları, tenevvür etmeniz için, efkâr-ı umumiyenin tenevvürüne medâr olmak için, sırası geldikçe, birer birer işaret etmeye çalışacağım.

15 Mayıs 2019 Çarşamba

Ya istiklâl ya ölüm (Nutuk/ 12)

Parolamız tektir ve değişmez, ya istiklal, ya ölüm. (Sivas Kongresi)


Bu kararın istinâd ettiği en kuvvetli muhakeme ve mantık şu idi:

Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak istiklâl-i tâmma malikiyetle temîn olunabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun istiklâlden mahrum bir millet, beşeriyet-i mütemeddine muvacehesinde uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye kesb-i liyakat edemez.

Ecnebi bir devletin himaye ve sahâbetini kabul etmek insanlık evsâfından mahrumiyeti, acz ü meskeneti itiraftan başka bir şey değildir. Fi’l-hakika bu derekeye düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir ecnebi efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez.

Halbuki Türk’ün haysiyet ve izzet-i nefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evlâdır!

Binâenaleyh, ya istiklâl ya ölüm!

İşte halâs-ı hakikî isteyenlerin parolası bu olacaktı.

Bir an için bu kararın tatbikatında adem-i muvaffakiyete dûçâr olunacağını farz edelim! Ne olacaktı? Esaret!

Peki efendim. Diğer kararlara mutavaat hâlinde netice bunun aynı değil miydi?

Şu fark ile ki istiklâli için ölümü göze alan millet, insanlık haysiyet ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla müteselli olur ve bi’t-tabi esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete nazaran yâr u ağyâr nazarındaki mevkii farklı olur.

Sonra Osmanlı hanedan ve saltanatının idâmesine çalışmak, elbette Türk milletine karşı en büyük fenalığı işlemekti. Çünkü millet her türlü fedakârlığı sarf ederek istiklâlini temîn etse de, saltanat devam ettiği takdirde, bu istiklâle müemmen nazarıyla bakılamazdı. Artık vatanla, milletle hiçbir alâka-i vicdaniye ve fikriyesi kalmamış bir sürü mecânînin, devlet ve millet istiklâl ve haysiyetinin muhafızı mevkiinde bulundurulması nasıl tecvîz olunabilirdi?

Hilâfet vaziyetine gelince, ilim ve fennin nurlara müstağrak kıldığı hakikî medeniyet âleminde gülünç telâkki edilmekten başka bir mevzuu kalmış mıydı?

Görülüyor ki verdiğimiz kararın tatbikatını temîn için henüz milletin ünsiyet etmediği meselelere temas etmek lâzım geliyordu. Umûmca mevzu-i bahis olmasında azîm mahzurlar tasavvur olunan hususların mevzu-i bahis olmasında zaruret-i mutlaka bulunuyordu.

Osmanlı hükümetine, Osmanlı pâdişâhına ve Müslimîn’in hâlifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lâzım geliyordu.

Benim kararım (Nutuk/ 11)

İşgalde İzmir


Efendiler, ben bu kararların hiçbirinde isabet görmedim. Çünkü bu kararların istinâd ettiği bütün deliller ve mantıklar çürüktü, esassız idi. Hakikat-i halde, içinde bulunduğumuz tarihte Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele, bunun da taksimini temînle uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklâli, pâdişâh, hâlife, hükümet, bunlar hepsi medlûlü kalmamış bir takım bî-mana elfâzdan ibaretti.

Nenin ve kimin masûniyeti için kimden ve ne muâvenet talep olunmak isteniyordu?

O halde ciddî ve hakikî karar ne olabilirdi?

Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hâkimiyet-i milliyeye müstenid, bilâkayd ü şart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek! İşte, daha, İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur.

14 Mayıs 2019 Salı

Düşünülen kurtuluş çareleri (Nutuk/ 10)






Şimdi, Efendiler, müsaade buyurursanız, size bir sual sorayım. Bu vaziyet ve şerâit karşısında halâs için nasıl bir karar vârid-i hâtır olabilirdi? İzah ettiğim ma’lumât ve müşahedâta göre üç nev’î karar ortaya atılmıştı:

Birincisi, İngiltere himayesini talep etmek.

İkincisi, Amerika mandasını talep etmek.

Bu iki nev’î karar sahipleri, Osmanlı Devleti’nin bir kül hâlinde muhafazasını düşünenlerdir. Osmanlı memâlikinin muhtelif devletler beyninde taksiminden ise kül hâlinde bir devletin taht-ı himayesinde bulundurmayı tercih edenlerdir.

Üçüncü karar: Mahallî halâs çarelerine ma’tûftur. Meselâ bazı mıntıkalar, kendilerinin Osmanlı Devleti’nden fekkedileceği nazariyesine karşı ondan ayrılmamak tedbirlerine tevessül ediyor. Bazı mıntıkalar da Osmanlı Devleti’nin imhâ ve Osmanlı memleketlerinin taksim olunacağını emr-i vâki kabul ederek, kendi başlarını kurtarmağa çalışıyorlar.

Bu üç nev’î kararın esbâb-ı mûcibesi, vermiş olduğum izâhât meyânında mevcuttur.

Umumî manzarayı dar bir çerçeve içinde görüş (Nutuk/ 9)



Bu izâhâttan sonra manzara-i umumiyeyi daha dar bir çerçeve dahiline alarak, serî ve sehîl bir surette hep beraber müşahede edelim:

Muhâsım devletler, Osmanlı devlet ve memleketine maddeten ve manen tecâvüz hâlinde, imhâ ve taksime karar vermişler. Pâdişâh ve hâlife olan zat, hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükümeti de aynı halde. Farkında olmadığı halde başsız kalmış olan millet, zulmet ve mübhemiyet içinde tecelliyâta muntazır. Felâketin dehşet ve sıkletini idrâke başlayanlar, bulundukları muhît ve hissedebildikleri tesirâta göre çare-i halâs telâkki eyledikleri tedbirlere mütevessil... Ordu, ismi var cismi yok bir halde. Kumandanlar ve zâbitler, Harb-i Umumî’nin bunca mihnet ve meşakkatleriyle yorgun, vatanın parçalanmakta olduğunu görmekle dil-hûn, gözleri önünde derinleşen karanlık felâket uçurumu kenarında dimâğları çare, çare-i halâs aramakla meşgûl...

Burada, pek mühim olan bir noktayı da kayıt ve izah etmeliyim. Millet ve ordu, pâdişâh ve hâlifenin hıyanetinden haberdâr olmadığı gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı asırların kökleştirdiği dinî ve an’anevî rabıtalarla mu’tî ve sadık. Millet ve ordu çare-i halâs düşünürken bu mevrûs itiyâdın sevkiyle kendinden evvel makam-ı muallâ-yı hilâfet ve saltanatın halâs ve masûniyetini düşünüyor. Hâlife ve pâdişâhsız halâsın manasını anlamak istidâdında değil.. Bu akideye muhâlif rey ve ictihâd izhâr edeceklerin vay hâline! Derhal dinsiz, vatansız, hain, merdûd olur..

Diğer mühim bir noktayı da ifade etmek lâzımdır. Çare-i halâs ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi düvel-i muazzamayı gücendirmemek esas gibi telâkki olunmakta idi. Bu devletlerden yalnız biriyle dahi başa çıkılamayacağı vehmi hemen bütün dimâğlarda yer etmişti. Osmanlı Devleti’nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya-Macaristan varken hepsini birden mağlûp eden, yerlere seren İtilâf kuvvetleri karşısında tekrar ânlarla husûmete müncer olabilecek vaziyetler almaktan daha büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.

Bu zihniyette olan yalnız avam değildi. Bilhassa havâs denilen insanlar böyle düşünüyordu.

O halde çare-i halâs ararken iki şey mevzu-i bahis olmayacaktı. Bir defa İtilâf Devletleri’ne karşı vaz’-ı husûmet alınmayacaktı ve pâdişâh ve hâlifeye canla başla merbût ve sadık kalmak şart-ı esasî olacaktı.

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Müfettişlik vazifemin geniş selâhiyetleri (Nutuk/8)



Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Müfettişliğine atandığına ilişkin irade.


Benim, bu iki kolorduya doğrudan doğruya emir ve kumandam câri olduğundan fazla bir salâhiyetim vardı ki müfettişlik mıntıkasına mücâvir bulunan kıtaat-ı askeriyeye dahi tebligat yapabilecektim. Kezalik mıntıkamda bulunan ve mıntıkama mücâvir bulunan vilâyâta da tebligatta bulunabilecektim.

Bu salâhiyete göre Ankara’da bulunan 20. Kolordu ve bunun mensup olduğu müfettişlik ile ve Diyarbekir’deki kolordu ile ve hemen bütün Anadolu rüesâ-yı memûrîn-i mülkiyesiyle muhabere ve münasebette bulunabilecektim.

Bu vâsi salâhiyetin, beni İstanbul’dan nefy ü teb’îd maksadıyla Anadolu’ya gönderenler tarafından, bana nasıl tevdî edildiği mûcib-i istiğrâbınız olabilir! Derhal ifade etmeliyim ki bana bu salâhiyeti onlar bilerek ve anlayarak vermediler. Herçi-bâd-âbâd benim İstanbul’dan uzaklaşmamı arzu edenlerin icat ettikleri sebep “Samsun ve havalisindeki asayişsizliği mahallinde görüp tedbir almak için Samsun’a kadar gitmek” idi. Ben, bu vazifenin ifası, bir makam ve salâhiyet sahibi olmaya mütevakkıf olduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir beis görmediler. O tarihte Erkân-ı Harbiye-i Umumiye’de bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar istişmâm eden zevât ile görüştüm. Müfettişlik vazifesini buldular ve salâhiyete müteallik talimatı da ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nâzırı olan Şakir Paşa bu talimatı okuduktan sonra imzada tereddüt etmiş, anlaşılır anlaşılmaz bir tarzda, mührünü basmıştır.

Ordumuzun vaziyeti (Nutuk/7)




Vaziyet-i umumiyeyi tespit için ordu cüz’-i tâmlarının nerelerde ve ne halde olduğunu tasrih etmek isterim. Anadolu’da, başlıca iki ordu müfettişliği tesis olunmuştu. Mütarekeye dahil olur olmaz, kıtaatın muharip efrâdı terhîs olunmuş, silâh ve cephanesi elinden alınmış, kıymet-i harbiyeden mahrum bir takım kadrolar hâline getirilmişti.

Merkezi, Konya’da bulunan İkinci Ordu Müfettişliği’ne mensup kıtaatın vaziyeti şöyle idi:

Bir fırkası (41. Fırka) Konya’da ve bir fırkası (23. Fırka) Afyonkarahisarı’nda bulunan 12. Kolordu, karargâhıyla Konya’da bulunuyordu. İzmir’de esir olan 17. Kolordu’nun, Denizli’de bulunan 57. fırkası da bu kolorduya ilhak edilmişti.

Bir fırkası (24. Fırka) Ankara’da ve bir fırkası (11. Fırka) Niğde’de bulunan 20. Kolordu, karargâhıyla Ankara’da.

İzmit’te bulunan 1. Fırka, İstanbul’daki 25. Kolordu’ya raptedilmişti. İstanbul’da da 10. Kafkas Fırkası vardı.

Balıkesir ve Bursa havalisinde bulunan, 61. ve 56. Fırkalar, karargâhı Bandırma’da bulunan İstanbul’a merbût 14. Kolordu’yu teşkil ediyorlardı. Bu kolordunun kumandanı Meclis’ in küşâdına kadar, merhum Yusuf İzzet Paşa idi.

3. Ordu Müfettişliği ki müfettişi ben idim, karargâhımla Samsun’a çıkmış bulunuyorum. Doğrudan doğruya taht-ı emrimde iki kolordu bulunacaktı. Biri, merkezi Sivas’ta bulunan 3. Kolordu (kumandanı beraberimde getirdiğim Miralay Refet Bey). Bu kolorduya mensup bir fırkanın (5. Kafkas Fırkası) merkezi Amasya’da, diğer fırkasının (15. Fırka) merkezi Samsun’da idi. Diğeri, merkezi Erzurum’da bulunan 15. Kolordu idi. Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa idi. Fırkalarından birinin (9. Fırka) merkezi Erzurum’da, kumandanı Rüştü Bey. Diğerinin (3. Fırka) merkezi Trabzon’da idi. Kumandanı Kaymakam Halit Bey idi. Halit Bey İstanbul’a davet edilmiş olduğundan, kumandadan çekilerek Bayburt’ta ihtifâ etmiş, fırka vekâletle idâre olunuyor. Kolordunun diğer iki fırkasından 12. Fırka Hasankale şarkında hudutta, 11. Fırka Beyazıt’ta bulunuyordu.

Diyarbekir havalisinde bulunan, iki fırkalı, 13. Kolordu, müstakil idi, İstanbul’a tâbi bulunuyordu. Bir fırkası (2. Fırka) Siirt’te, diğer fırkası (5. Fırka) Mardin’de idi.

SÖYLE SÖZÜNÜ

Ad

E-posta *

Mesaj *

kimler gelmiş:)

Twitter

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı