KEBİKEÇ

14 Ocak 2020 Salı

VOLTAIRE HAYATI, ESERLERİ VE CANDIDE HAKKINDA





Yazan: Özlem PEKCAN


I.              VOLTAIRE’İN HAYATI

Asıl adı François Marie Arouet olan Voltaire, 1694’te Paris’te dünyaya gelir. Babası François Arouet noter, yedi yaşında kaybettiği annesi Marie-Marguerite Daumand ise Poitou’lu soylu bir ailedendir.
Voltaire üç yaşında La Fontaine okumaktadır. On yaşındayken asillerin eğitim gördüğü Cizvit Okulu Collège Louisle-Grand’a gönderilir. Sivri dili ve cesur fikirleriyle ilk defa burada dikkat çeker.
Kolejden sonra babasının zorlamasıyla hukuk eğitimi alsa da, genç Arouet edebiyata meraklıdır. Bu arada annesinin dostu, aynı zamanda vaftiz babası Châteauneuf vasıtasıyla saray çevrelerinde görünmeye başlar. Aynı sıralarda Hollanda’ya gönderilir. Fakat orada yaşadığı bir aşk macerası yüzünden Paris’e geri dönmek zorunda kalır. Nükteli, hicivle keskinleşmiş üslubu hoşa gittiği kadar başını derde de sokar. Nitekim Kral Naibi hakkında yazdıkları yüzünden 1717’de Bastille’e atılır. Voltaire takma adını, Henriade’ı yazdığı bu ünlü hapishanede alacaktır. Kimi uzmanlarca bu mahlasın, Arouet L.J. (Arouet Le Jeune- Genç Arouet) isim grubunun anagramı olduğu iddia edilse de doğruluğu kanıtlanmış değildir.
Serbest kaldıktan hemen sonra 1718’de sahnelenen OEdipe adlı trajedisi çok beğenilir. Oyundan elde ettiği gelirle yatırım yapar. İleriki yıllarda bulduğu bir açıktan faydalanarak piyangodan da yüklü bir miktar kazanacaktır. (1729) Parasal konulardaki öngörülü ve isabetli tercihlerine, aile varlığının da eklenmesiyle yazar, ömür boyu maddi sıkıntı çekmeyecek, zenginlik ve refah içinde yaşayacaktır.
Ünü giderek artarken karakterinden asla taviz vermeyen, alaycılığından bir şey kaybetmeyen Voltaire, soylu bir şövalye ile giriştiği çatışma yüzünden 1726’da ikinci kez Bastille’i boylar. Oradan, sürgüne gitmek kaydıyla kurtulabilir. Böylece İngiltere yılları başlar. Burada fazla zaman geçirmese de Bacon, Lock ve Newton okumaları, ayrıca kendi ülkesinden daha özgür bulduğu ortam, dini yapıdaki çeşitlilik Voltaire’i derinden etkileyecek, özgürlük, eşitlik, Tanrı ve din konularına ilişkin fikirlerini şekillendiren temel unsurlar olacaktır. 1729’da tekrar Fransa’ya döner.
Lettres Philosophiques ya da bilinen diğer adıyla Lettre sur L’Angleterre 1734’de ondan habersiz ve izinsiz yayımlandığında, yayımcı tutuklanır. Kendisini de benzer akıbetin beklediğini anlayan yazar, esasen sevgilisi Châtelet Markizi’nin kocasına ait Cirey Şatosu’na sığınır. Yaklaşık on beş sene çiftin daimi ikâmetgâhı haline gelecek bu mekânı baştan sona restore ettirir. En önemli eserlerinden bazılarını da burada yazar. Aynı dönemde Fransız Akademisi’ne kabul edilir. Rus Çariçesi II. Katherina ve Prusya Kralı II. Fréderic ile iletişime geçer.
Markizi’nin ölümünün ardından Kral’ın daveti üzerine 1750’de Potsdam’a gider. 1752’den itibaren Fransız kültürü açısından büyük önem taşıyan Ansiklopedi için bazı maddeler yazmaya başlar. Daha sonraları ortaya çıkacak fikir ayrılıkları yüzünden bu faaliyeti bırakacaktır (1758).
Diğer taraftan Postdam’da da fazla kalamaz. Zira bir anlaşmazlığa düşen iki matematikçiden II. Frédéric’in desteklediği Maupertius’a karşı Koenig’i destekler. Üstelik “Diatribe du Docteur Akakia, médecin du pape”ı yazar. Bu yüzden Kralla arası açılır ve ülkesine dönmeye karar verir. Ancak bir sorun vardır; Fransa hakkında sürgün kararı vermiştir. Bunun üzerine 1755’de daha özgür olduğunu umduğu Cenevre’ye gider. Dile getirdiği görüşler nedeniyle Protestan Kilisesi’nin de tepkisini üzerine çekmesi çok sürmez.
1758, Fransa’nın İsviçre sınırında bulunan, Ferney ile İsviçre’nin Fransa sınırında bulunan Tourney Şatoları’nı satın aldığı yıldır. Ünlü eseri Candide’i Ferney’de kaleme alacaktır.
Bu yıllarda adaletsizliğe karşı duruşunu fiile döker. Haksızlığa uğramış kimi masumların davalarının yeniden görülmesini sağlar. Örneğin; yarattığı kamuoyu baskısıyla, oğlunu öldürmekle suçlanarak idam edilen Calas adlı bir Protestanın davasına yeniden bakılmasını, ölümünden sonra da olsa aklanmasını sağlar. (1762)
Aynı dönemde bir kilise de yaptırdığı Ferney topraklarında, dut ağacı ve ipek böceği yetiştirir. Kurduğu tezgâhlarda ipek kadın çorabı, açtığı atölyede bir grup İsviçreli ustayla cep saati imal eder ve bunların ticaretini yapar. Böylece bölge ekonomisinin gelişimine de büyük katkıda bulunur.
Yazdığı tiyatro oyunu Irène’in sahnelenmesi için yıllar sonra ülkesine döndüğünde büyük coşkuyla karşılanır ve 1778’de burada ölür. Kilisenin karşı emri gelmeden önce yapılan dini törenle önce Scellières’e gömülür. Fransız İhtilâli’nden sonra 1791’de ise Panthéon’a nakledilir.

II.            BAŞLICA ESERLERİ

Voltaire tarihin gördüğü en üretken yazarlardan biridir. Sayısız öykü, roman, tiyatro, opera, ayrıca deneme, inceleme ve eleştiri yazmıştır. Çağının tanınmış düşünürleri ile polemiğe girmekten asla kaçınmamış, fikirleri ve yazdıkları yüzünden tutuklanmış, kaçmış, sürgünde yaşamıştır. Bununla kalmamış, eserleri yasaklanmış, hatta yakılmıştır.
Başlıca eserlerinden bazıları aşağıdaki şekilde sıralanabilir:

•Vers sur le Régent et Sa Fille - Naip ve Kızı Hakkında Dizeler, 1716.
•La Bastille, 1717. Kısa şiir.
•OEdipe- Odipus, 1718. Beş perdelik trajedi.
•Essai sur les Guerres civiles de France - Fransa İç Savaşları Üzerine Deneme, 1728. İlk önce İngilizce yayımlanır. Çevirisi ancak Hollanda’da yapılabilir.
•La Henriade, 1728. Epik şiir.
•Brutus, 1730. Beş perdelik trajedi.
•Epître à Uranie, ou le Pour et le Contre - Urania’ya Mektup veya Tarafında ve Karşısında, 1732. Felsefi kısa şiir. Mme de Rupelmonde için yazılmıştır.
•Ériphyle, 1732. Beş perdelik trajedi.
•Samson, 1732. Beş perdelik opera. Müziği Rameau’ya aittir.
•Zaïre, 1732. Beş perdelik opera.
•Le Temple du Goût - Zevk Tapınağı, 1733. Yazarın yaşadığı dönemin edebiyatına dair incelemeler içerir.
•La Mule du Pape - Papa’nın Katırı, 1733. Öykü.
•Lettres Philosophiques - Felsefi Mektuplar, 1734. Yasaklanır ve yakılır.
•L’Échange - Değiş Tokuş, 1734. Üç perdelik nesir formunda yazılmış komedi.
•Traité de Métaphysique - Metafizik Üzerine İnceleme, 1734. Mme du Châtelet için yazılmıştır.
•La Mort de César - Sezar’ın Ölümü, 1735. Üç perdelik trajedi.
•Le Mondain - Dünyevi, 1736. Taşlama. Yazar daha sonra ülkesini terk etmek zorunda kalır.
•L’Enfant Prodigue - Müsrif Çocuk, 1738. Beş perdelik komedi.
•Éléments de la Philosophie de Newton - Newton Felsefesinin Ögeleri, 1738. Tamamlanmış hali 1748’de yayımlanır.
•Essai sur la Nature du Feu et sur Sa Propagation – Ateşin ve Yayılış Tabiatı Hakkında Deneme, 1738. Akademi tarafından ödüllendirilir.
•Vie de Molière - Molière’in Hayatı, 1739. Eserleri hakkında görüşler de içerir.
•Préface de l’Anti-Machiavel - Anti Machiavel’e Önsöz, 1740.
•Zulime, 1740. Beş perdelik trajedi.
•Le Fanatisme ou Mahomet le Prophète - Fanatizm ya da Muhammed Peygamber,1742. Beş perdelik trajedi. Papa XIV. Benoît’ya ithaf edilmiştir. Bir ara yasaklanır.
•La princesse de Navarre - Navarra Prensesi, 1745. Bale, komedi.
•Le Temple de la Gloire - Zafer Tapınağı, 1745. Beş perdelik opera.
•Zadig ou la Destinée - Zadig ya da Kader, 1747. Doğu öyküsü.
•Sémiramis, 1748. Beş perdelik trajedi.
•La Voix du Sage et du Peuple - Bilgeliğin ve Halkın Sesi 1750.
•Bababec et les Fakirs - Bababec ve Fakirler, 1750. Öykü.
•Timon, 1750. - J.J. Rousseau’nun bilim ve sanat hakkındaki fikirlerine cevap verir.
•Micromégas1752. - Felsefi öykü.
•Diatribe du Docteur Akakia, Médecin du Pape – Doktor Akakia Yergisi, Papanın Doktoru, 1752. Berlin’de yakılır.
•Annales de l’Empire - İmparatorluk Yıllıkları, 1753.
•L’Orphelin de la Chine - Çin Yetimi, 1755. Trajedi.
•Essai sur les Moeurs et l’Esprit des Nations – Ulusların Anlayış ve Gelenekleri Üzerine Deneme, 1756.
•Le Siècle de Louis XIV - XII. Louis Çağı, 1756.
•Poème sur la Loi naturelle - Tabiat Kanunu Üzerine Şiir, 1756.
•Poème sur le Désastre de Lisbonne - Lizbon Felâketi Üzerine Şiir, 1756.
•Candide ou l’Optimisme – Candide ya da İyimserlik, 1759. Felsefi öykü. Yasaklanır.
•Mémoires pour Servir à la Vie de Voltaire - Voltaire’in Anıları, 1759. Yazarın kendisi tarafından Prusya Kralı’na karşılık yazılmıştır. Ölümünden sonra yayımlanır.
•Le Pauvre Diable - Zavallı Şeytan,1760. Taşlama.
•Lettres sur la Nouvelle Héloïse - Yeni Héloïse Üzerine Mektuplar, 1761.
•Traité sur la Tolérance - Hoşgörü Hakkında İnceleme, 1763. Yasaklanır.
•Dictionnaire Philosophique Portatif - Felsefe Sözlüğü, 1764. Bir bölümü yakılır.
•Le Philosophe Ignorant - Cahil Filozof, 1766.
•La Princesse de Babylone - Babil Prensesi, 1768. Roman.
•Dieu et les Hommes - Tanrı ve İnsanlar, 1769. Yakılır.
•Questions sur l’Encyclopédie - Ansiklopedi Meseleleri, 1770.
•Jean qui Pleure et Jean qui Rit - Ağlayan Jean ve Gülen Jean, 1772. Kısa Şiir.
•La Bible Enfin Expliquée par Plusieurs Aumôniers de S. M. L. R. D. P - İncil, Majesteleri Prusya Kralı’nın Papazları tarafından açıklaması yapılmış, 1776. Yasaklanır.
•Un Chrétien contre Six Juifs - Altı Yahudiye Karşı Bir Hristiyan, 1776.
•Précis de la Justice et de l’Humanité - Adalet ve İnsanlık Hakkında, 1777.
•Dernières Remarques sur les Pensées de Pascal - Paskal’ın Düşünceleri Hakkında Son Notlar, 1777. Yasaklanır.
•Irène, 1778. Beş perdelik trajedi.
•Pensées - Düşünceler, 1778. Ölümünden sonra yayımlanmıştır.

III.           CANDİDE YA DA İYİMSERLİK

A.   KONU, KAHRAMANLAR VE MACERALARI

Kitap önce Doktor Ralph isimli bir Alman yazardan yapılmış bir çeviriymiş gibi yayımlanır. Diğerleri gibi Voltaire’in bu kitabı da yasaklanmaktan kurtulamaz.
Eserde, genç Candide’in yaşadığı şatodan kovulmasıyla başlayan amaçsız sürüklenişinin, ebediyen kaybettiğini sandığı sevgilisinin ölmediğini öğrendikten sonra ona kavuşmak için verdiği mücadeleye evrilişi ve bu uğurda başına gelenler anlatılır. Ancak bu tek katmanlı ya da sığ bir anlatı değildir. Esas kahramanın yanı sıra, sürekli biçimde öyküye giriş-çıkış yapan, çeşitli vesilelerle yolları kesişen ya da ayrılan diğer kahramanlar ve yan karakterlerle olay örgüsü karmaşıklaşır, hacim kazanır. Zira hepsinin ayrı bir öyküsü ve ayrı bir macerası vardır.
Kahramanlar ve başlarından geçenleri aşağıdaki başlıklarda
özetlemek mümkündür:

Candide’in Macerası:

Candide, isminin anlamına yakışır şekilde yumuşak huylu, saf ve temiz bir delikanlıdır. Büyük bir şatoda yaşamaktadır. Günün birinde kalbini kaptırdığı güzeller güzeli Cunégonde’u öperken, genç kızın babası Baron Thunder-ten-Tronckh’a yakalanır ve şatodan kovulur. Vestfalya’dan İstanbul’a uzanan macerası işte böyle başlar.
Perişan halde ulaştığı komşu kentte, Bulgar askerlerin eline düşer. Alaydaki her asker tarafından otuz altı defa kırbaçlanma cezasına çarptırılır. Çektiği acıya katlanamayarak kendisini öldürmeleri için yalvardığı sırada Kral canını bağışlar. Bu arada Abarlara karşı savaşmak zorunda kalır. Kıyımdan canını zor kurtarır ve yürüyerek Hollanda’ya varır.
Burada tanıştığı Jacques adlı Anabaptist, karnını doyurur, temizlenmesine yardım eder ve ona para verir. Ertesi gün tesadüf eseri Baron’un şatosunda yaşarken üstadı kabul ettiği, ihtimaller dahilindeki dünyaların en mükemmelinde yaşadıklarını ve buradaki olayların kesinlikle birbirine bağlı olduğunu ona benimseten felsefe öğretmeni Doktor Pangloss ile karşılaşır. Frengiden muzdarip zavallı adamdan, Bulgarlar’ın şatoya saldırdığını ve Cunégonde’un ailesiyle birlikte öldüğünü öğrenir. Jacques, ikiliyi yanına alır, Pangloss’u tedavi ettirir ve iki ayın sonunda Lizbon’a gitmek üzere gemiyle yola çıkarlar. Ancak karaya varmadan gemi batar, Jacques boğulur. Candide ile Pangloss bir kalas üstünde sürüklenerek güç belâ kıyıya, sonra da yürüyerek kente ulaşırlar ve adımlarını atar atmaz şiddetli bir sarsıntıyla karşılaşırlar.
Depremin yarattığı büyük felâkete tanık ölüler, yaralılar ve yıkıntılar arasında dolaşır, hayatta kalanlara yardım etmek için çabalar, karşılığında karınlarını doyururlar. Felsefi konuşma ve sohbetlerden de geri kalmazlar. Başkalarıyla fütursuzca paylaştıkları fikirleri yüzünden kısa sürede başları derde girer. Neticede kendilerini depremlerin engellenmesi maksadıyla düzenlenen bir tür törende, engizisyon ateşine atılmak üzere bulurlar. Pangloss’u yakmak yerine asarlar, Candide ise fena şekilde dayak yer, ancak affedilir. Perişan haldeyken yanına gelen yaşlı bir kadın onu önce bir kulübeye, tedavi ettikten sonra da küçük bir eve götürür. Burada kendisini öldüğünü sandığı sevgilisi beklemektedir.
Kavuşma sevinciyle dolu geçen zaman, Cunégonde’un iki aşığının arka arkaya gelişiyle kesilir, genç adamın onları öldürmesi üzerine de tamamen kâbusa dönüşür. Başka çareleri kalmayan çift yanlarında yaşlı kadınla kaçarak Cadix’e varır. Candide burada yeni dünyaya gidecek donanmaya yazılır ve hep birlikte yola koyulurlar.
Yaşlı kadınla diğer yolcuların anlattığı hikâyelerle geçen seyahatin ardından ulaştıkları Buenos Aires’te Vali, üçlüyü evinde ağırlar ve anında Cunégonde’a tutulur. Diğer taraftan Candide’in peşindekiler de kente gelmiştir. Yine çaresizliğe yenik düşen genç adam, sevgilisi ve yaşlı kadını arkasında bırakarak bu defa yanında uşağı Cacambo ile kaçmak zorunda kalır.
İlk sınır hattında pek dostane karşılanmazlar ancak akabinde onları kabul eden Cizvit Kumandan’ın, Cunégonde’un aslında öldüğü sanılan erkek kardeşi olduğu anlaşılır. Candide’le Baron gözyaşları içinde kucaklaşır, aynı sofraya oturur, hasret giderir, başlarından geçenleri anlatırlar. Her şey yolundayken Candide’in Cunégonde’la evlenme niyetini açıklamasıyla durum tersine döner. Genç adam bu kez de sevdiğinin abisini öldürür ve sonsuz kaçışı kaldığı yerden devam eder.
Sınırı geçtikten sonra girdikleri yabancı topraklarda maymunlardan kaçan iki kıza rastlarlar. İyi niyetli Candide, aklına aksini bile getirmeden, kızların tehlikede olduğu zannıyla hayvanları tüfekle öldürür. Ertesi sabah uyandıklarında kendilerini ülkenin yerlisi Oreillonlar tarafından ağaca bağlanmış bulurlar. Zira sevgililerini kaybeden kızlar intikam almak istemişlerdir. Kazana atılıp pişirilmekten yerlilerin Cizvitlere duyduğu nefreti kullanmayı beceren akıllı Cacambo sayesinde kıl payı kurtulur, Cayenne’e gitmek için yeniden yola koyulurlar. Atlarını yorgunluktan öldüren, yiyeceklerini tüketen ve yabani bitkilerle beslenmeye mecbur bırakan zorlu yolculukları Eldorado ülkesine getirir iki seyyahı.
Dünyada başka hiçbir yerde eşi benzeri bulunmayan bir refah ve zenginlik sahibi ülkenin sakinleri ikiliyi mükemmel şekilde ağırlar. Gitmek istediklerinde ise Kral kayalık araziden çıkmalarını sağlayacak uçan bir makine yaptırır. Yanlarına da erzak, çeşitli hediyeler, altın ve mücevher yüklü yüze yakın koyun verir. Candide’in artık tek gayesi vardır: Aşkını, Valinin elinden kurtarmak.
Asya, Avrupa ve Afrika’nın tamamında toplanması imkânsız bir hazineyle çıkılan bu seyahat iyi başlasa da bataklıklarda, çöllerde ve uçurumlarda giderek zorlaşır. Yüz günlük yürüyüşün ardından Surinam’a geldiklerinde ellerinde sadece iki koyun kalmıştır.
Kente gelir gelmez onları Buenos Aires’e götürecek bir gemi bulmaya çalışırlar. Bir handa randevulaştıkları İspanyol, Candide’i oraya götüremeyeceğini zira Cunégonde’un artık Vali’nin metresi olduğunu, bu durumun da hepsinin hayatını tehlikeye atacağını söyler. Bunun üzerine genç adamın Venedik’e, Cacambo’nun da Cunégonde’u almak üzere Buenos Aires’e gitmesini kararlaştırırlar.
Sadık uşağının ardından yola çıkmaya hazırlanan Candide kötü bir sürprizle karşılaşır. Mücevher yüklü iki koyunu gemisine alan kaptan, onu geride bırakarak hızla denize açılır ve gözden kaybolur. Acı bir şekilde dolandırıldığını anlayan Candide, zararını gidermek ve hakkını aramak için ne kadar uğraşsa da başaramaz. Nihayetinde Bordeaux’ya giden bir gemiye biner. Bu kez Martin adında yaşlı bir bilgin eşlik etmektedir ona. Seyahat esnasında, kaçırılan koyunlardan birine tesadüfen kavuşan Candide, Fransa’ya nispeten varlıklı bir adam olarak ayak basar. Paris’te kaldığı müddetçe epey hareketli zamanlar geçirir. Çeşitli vesilelerle etrafını dolduranlar onu soymaktan geri kalmazlar. Önce hastalığı daha sonra ise daldığı eğlence hayatı yüzünden etrafını saranlara para ve mücevher kaptırır. Nihayetinde de Cunégonde’a kavuşacağı zannıyla büyük bir tuzağa düşer. Zindana atılmaktan Martin’in kıvrak zekâsı sayesinde kurtulan ikilinin rotası bu kez İngiltere’dir.
Portsmouth’a yanaştıkları sırada kıyıda toplanmış büyük bir kalabalık görürler. Kurşuna dizildiğine tanık oldukları Amiral’in, Fransızlarla yapılan savaşta yeterince adam öldürmediği için infaz edildiğini öğrendiğinde Candide, kıyıya çıkmayı düşünmez bile. Böylece iki gün içinde tekrar yola koyulurlar ve Venedik’e ulaşırlar. Genç adam her tarafta Cacambo’yu ararken Dr. Pangloss’un Vestfalya’da sık sık gönlünü eğlendirdiği hizmetçi Paquette ile karşılaşır. Genç kadın bir rahibin sevgilisidir artık. Bu tesadüf Martin ile Candide arasında sonu gelmez felsefi tartışmalara, ufak tefek iddialaşmalara sebebiyet verir.
Venedik’teki macera bu kadarla kalmaz. İkili, Brenta nehrini gondolla geçerek Pococurante adlı, altmış yaşlarındaki bir senatöre misafirlik eder. Son derece zengin bu soylu, sohbet ve ziyaret süresince bıkkın, memnuniyetsiz ve doyumsuz bir portre çizer. Misafirliklerinin bitiminde, Martin zevk almamanın da zevki var mıdır sorgulaması yaparken, Candide sevgilisine kavuştuğunda ne kadar mutlu olacağını düşünmektedir.
Pococurante’nin sarayına yaptıkları ziyaretten haftalar sonra bir tesadüf eseri Candide Cacambo’yu bulur. Sadık uşağının artık başkasının kölesi olduğunu, Cunégonde’un İstanbul’da hizmetçilik yaptığını öğrenir ve kente karnaval geçirmeye gelmiş altı tuhaf yabancıyla aynı sofraya oturmak durumunda kalır. Yemekte masadakilerin iktidardan düşmüş, memleketlerinden uzak Krallar oldukları ortaya çıkar. Cacambo’nun yeni efendisi de Sultan III. Ahmed’den başkası değildir.
Akabinde Candide ileMartin, Sultan’ın gemisine binerler ve genç adam ayrılmadan önce Cacambo’yu satın alır. Marmara kıyılarına ulaşmak amacıyla denize açıldıkları diğer kadırgada yeni bir sürpriz daha beklemektedir onları. Zira kürek çeken forsalar arasında Cunégonde’un abisi ve Dr. Pangloss da vardır. Öldürdüğünü sandığı Baron ile asıldığını sandığı üstadını hayatta bulmak Candide’i mutluluktan havalara uçurur. Onları da satın alır. Genişleyen grup, başka bir kadırgada İstanbul’a doğru yol alırken, yeni gelenler nasıl hayatta kaldıklarını ve başlarından geçenleri anlatırlar.
Böylece ulaştıkları kentte, Cunégonde ile yaşlı kadını Transilvanya Prensi’nin evinde hizmetçilik yaparken bulurlar. Biricik aşkını; korkunç derecede çirkinleşmiş gördüğünde dehşete kapılsa da Candide iki kadını prensten satın alır. İçinde en ufak istek kalmamasına rağmen genç kadının baskıları ve baronun kibirli küstahlığı yüzünden inadı da tuttuğundan verdiği sözden dönmez. Barondan kurtularak Cunégonde’la evlenir. Bütün felâketleri geride bırakan, sevdiğine kavuşan ve satın aldığı çiftlikte dostlarıyla yeni bir hayata başlayan Candide nihayet mutluluğu yakalamıştır. Gerçekten mi? Pek sayılmaz. Çünkü hiç kimse halinden memnun değildir.
Çiftlikte koyu bir mutsuzluk sürüp giderken, yine umulmadık bir şey olur: Paquette ile Rahip sevgilisi sefalet içinde çıkagelir. Bu durum karşısında derin açmazlara düşen Pangloss, Candide veMartin, Türkiye’nin en iyi filozofu diye geçinen ünlü bir dervişe danışmaya giderler. Fakat derviş onları kovar.
Grup geri dönüş yolunda, yaşlı bir adama rastlar. Onun anlattıkları Candide’le dostlarını derinden etkiler. Fikirlerini gözden geçirmelerini, yaşamı yeniden tasarlamalarını sağlar. Çok basit ve sade bir karara varırlar, yeni bir ilke edinirler: Çalışmak.
İstanbul’daki o küçük çiftlik evinde düzen yeni baştan kurulur. Artık herkes huzurlu ve mutludur.

Cunégonde’un Macerası:

Candide’in biricik aşkı Cunégonde, Vestfalya’nın en kuvvetli beylerinden biri olan Baron Thunder-ten-Tronckh’un kızıdır. İhtişamlı saraylarında ailesiyle yaşamaktadır. Günün birinde Doktor Pangloss ile hizmetçileri Paquette’i koruda flörtleşirken görür ve aynısını Candide’le denemek ister. Tam bir talihsizlik eseri, babasına yakalanırlar ve sevdiği şatodan kovulur.
Bu acıklı ayrılığın akabinde Bulgarlar şatoyu basar, büyük bir katliam yaparlar. Saldırıya uğrayan genç kadın, Bulgar bir yüzbaşının eline düşer. Adam, üç ay sonra hem parasız kaldığı hem de bıktığı için onu Don Issachar adındaki bir Yahudi’ye satar. Katıldığı bir ayinde bu defa da engizisyoncunun dikkatini çeker. Böylece iki sevgilisi olur ve vardıkları anlaşmaya göre erkeklerden her biri, onu haftanın belirli günlerinde ziyaret eder. Aylar sonra deprem belâsını defetmek için düzenlenen yakma ayini sırasında Cunégonde, kurbanlar arasında kırbaçlanan Candide’i görür. İşkenceden perişan düşmüş genç adamı hizmetçisi yaşlı kadına önce tedavi ettirir, sonra da yaşadığı kır evinde onunla buluşur.Bu şekilde kavuşan sevgililerin mutluluğu fazla sürmez ne yazık ki. Zira Candide bir dizi gerekçeyle Yahudi ile engizisyoncuyu öldürür ve ikili yanlarında yaşlı kadınla kaçmak zorunda kalır.
Buenos Aires’e geldiklerinde Candide kaçışını sürdürürken, Cunégonde kentte kalır ve Vali’nin metresi olur. Bir müddet sonra uşak Cacambo geri dönerek genç kadını kurtarsa da bu kez de acımasız bir korsan tarafından soyulurlar.
Matapan Burnu’ndan, Marmara kıyılarına uzanan bir güzergâhın sonunda Cunégonde’un yolu, beraberindeki yaşlı kadınla İstanbul’a düşer. Burada kölesi olduğu yoksul Prens’in bulaşıklarını, çamaşırlarını yıkar, hizmetçilik yapar. Tüm güzelliğini kaybeder, çirkin bir yaratığa dönüşür.
İki sevgilinin yeniden kavuşması, genç kadının uğradığı korkunç değişim nedeniyle önceki kadar muhabbetle gerçekleşmese de Candide verdiği sözden dönmez. Önce onu Prens’ten satın alır, sonra da evlenirler. Fakat her geçen gün daha da çirkinleşen Cunégonde hiç mutlu değildir. İyice huysuz ve çekilmez hale gelmiştir.
Bu durum Candide’le iki dostunun yaşlı bir Türk’ün evine yaptıkları ziyarete kadar sürer. Burada konuşulanlar, küçük çiftlikte yaşayan herkesi derinden etkileyecek, hayatlarına yeni bir amaç ve yön kazandıracaktır. Böylece tıpkı diğerleri gibi genç kadın da kendisini çalışmaya verir, çirkinliğini aynı şekilde muhafaza etse de mükemmel bir aşçıya dönüşür.

Pangloss’un Macerası:

Pangloss, Candide’in yaşadığı Şato’nun bilge kişisidir. Metafizik-teoloji-kozmolo-nigoloji öğretir. Ona göre hiçbir şey sebepsiz yere vuku bulmaz. İhtimaller dahilindeki dünyaların en mükemmelinde, en mükemmel şekilde yaşadıklarını iddia eder.
Öğrencisinin kovulması yüzünden ayrılan yolları, tekrar Hollanda’da birleşir. Frengiye yakalanmış, her tarafını sivilceler kaplamış, burnunun ucu kayıp, yamuk ağızlı, dilenci kılıklı adamı ilk anda tanımasa da daha sonra çok sevdiği üstadıyla karşılaştığını anlayan Candide, onun yardımsever Anabaptist Jacques’ın yanına muhasebeci olarak girmesini sağlar.
Üçlünün birlikte çıktığı gemi seyahatinin son durağı Lizbon’da ise başka bir kişisel felâkete uğrar Pangloss. Zira tekrar deprem olmasın diye düzenlenen engizisyon töreninde, asılır. Ancak boynuna geçirilen ip ıslak, kaygan ve iyi düğümlenmediğinden işlem tamamlanmamıştır. Törenden sonra bir cerrah cansız sandığı bedeni satın alır, evine götürür ve incelemek niyetiyle boydan boya haç şeklinde bir kesik atar. Böylece yaşadığı ortaya çıkar. Burada tedavisi yapıldıktan sonra önce bir Malta Şövalyesinin, ardından da Venedikli bir tacirin hizmetine girer ve İstanbul’a kadar gelir.
Bir gün sırf merakından gittiği bir camide güzel ve genç bir kadına davranış biçimi etraftakileri fena kızdırır. Falakaya yatırılır ve kürek cezasına çarptırılır. Asılan, kesilen, biçilen ve dövülen adam, kadırgada forsalık yaparken Candide’le yeniden karşılaşır. Üstadını hayatta bulduğu için büyük sevinç duyan genç adam, gemi kaptanına tereddütsüz, dünya kadar altın sayar ve onu satın alır.
Neticede İstanbul’da hep beraber yerleştikleri küçük çiftlikte başlarda aradığı mutluluğu pek bulamaz. Ancak yaşlı bir çiftçinin evine yaptıkları ziyaret, onun da hayata bakışını değiştirecek, bir amaç edinmesini sağlayarak huzura ulaşmasını
sağlayacaktır.
Tüm maceranın sonunda, Pangloss’un vardığı kanaat, ilk kanaatidir: “İhtimaller dahilindeki dünyaların en mükemmelinde olaylar birbirine bağlıdır.”

Yaşlı Kadının Macerası:

Candide’in ilk kez Lizbon’da karşılaştığı yaşlı kadın, esasında Papa X. Urbanus’un (Bu isimde yaşamış bir Papa bulunmadığını da belirtelim.) kızıdır. 14 yaşına kadar görkemli bir şatoda büyümüştür ve bir Prensle nişanlıdır. Ancak düğün hazırlıkları sırasında nişanlısı zehirlenerek öldürülür. Bu felâket yüzünden ortamdan uzaklaşmak isteyen annesi, kızını da yanına alarak Gaeta yakınlarına doğru bir seyahate çıkar. Fakat bindikleri gemi korsanların saldırısına uğrar. Anne-kız esir düşer, Fas’a götürülür. Burada annesi ile yanındaki diğer kadınlar ölürken, genç kızı bir Hadım kurtarır ve onu vaat ettiği gibi İtalya yerine Cezayir’e götürerek bir Dayı’ya satar. Vebaya yakalanır. Her nasılsa hayatta kalır ve bu kez yolu Tunus’a düşer. Oradan Trablus’a, İskenderiye’ye, İzmir’e, İstanbul’a; satılır durur. Nihayetinde bir yeniçeri ağasına ait olur. Fakat o da Azak savunmasında ölür. Genç kız şimdi de Rusların eline düşmüştür. Hizmet ettiği Boyar, saray entrikalarına kurban gittiğinde kaçmayı başarır. Tüm Rusya’yı baştan başa geçer, kabarelerde çalışır, Rostock’tan Rotterdam’a kadar pek çok kentte hizmetçilik yapar. Artık yaşlanmıştır ki Yahudi Don Issachar’ın evinde Cunégonde ile yolu kesişir ve bir tür kader birliği yaparlar.
Candide, Buénos Aires’ten kaçmak zorunda kaldığında, genç kadın Vali’nin en gözde metresi olurken yaşlı kadın yine yanındadır. Sonraki vakitte Cacambo onları kurtarmayı başarır ancak işler yine yolunda gitmez. Talihsizlikler iki kadını Marmara kıyılarına dek sürükler. Candide onları bulduğunda İstanbul’da bir Prens’in hizmetçiliğini yapmaktadırlar.
Genç adam sevgilisinin yanı sıra yaşlı kadını da satın alır ve çiftliğine getirir.
Tüm öykünün sonunda tıpkı diğerleri gibi yaşlı kadın da huzuru ve mutluluğu burada bulacaktır.



Cacambo’nun Macerası:

Cacambo, Candide’in uşağıdır. Dörtte bir İspanyol’dur. Ayrıca kilise şarkıcısı, zangoç, denizci, keşiş, ulak, asker ve hizmetkârdır. Kitapta kendisine ilk kez genç adamın Buenos Aires’ten kaçmasına yardım ederken rastlarız.
Yaşlı kadın kadar iyi öğütler veren ve yoldaşlık yapan Cacambo, Eldorado ülkesine yaptıkları seyahatin ardından Surinam’da Candide’den ayrılır. Yeniden karşılaştıklarında, III. Ahmet’in hizmetkârlığını yapmaktadır. Başından geçenleri ve Cunégonde’un yerini öğrenen Candide, sadık uşağını Sultan’dan satın alır ve beraberce İstanbul’a doğru yola çıkarlar.
Macera sona ererken tüm kahramanlar gibi Cacambo da çiftliğin daimi sakini olacaktır.

Martin’in Macerası:

Candide, Martin’le Surinam’da karşılaşır. Genç adam, sevgilisine kavuşmak uğrunda çıkacağı başka bir deniz seyahati öncesi yaptığı duyuru üzerine, bölgenin en bedbaht kişisi olduğunu iddia edenler arasından, kendisine eşlik etmesi için bu yaşlı bilgini seçer.
Adam; karısı tarafından soyulmuş, oğlu tarafından dövülmüş, kızı tarafından terk edilmiş, Amsterdam kitapçılarında on yıl çalışmış, yakın zamanda işini kaybetmiş, üstelik görüşü nedeniyle sürekli Surinamlı vaizlerin eziyetine uğrayan biridir.
İkili Bordeaux’ya hareket eden gemiye birlikte binerler. Fransa, İngiltere, İtalya ve en nihayetinde Osmanlı topraklarına kadar uzanan bütün seyahati boyunca Martin, Candide’e yoldaşlık eder. Kimi zaman onu dolandırıcıların elinden kurtarır, kimi zaman tavsiyelerde bulunur, kimi zaman da derin felsefi tartışmalara girer.
Tıpkı diğerleri gibi o da Candide’in İstanbul’da satın aldığı çiftliğe yerleşecek, huzur ve mutluluğu burada bulacaktır.

Maceranın Sonu:

Candide’in Vestfalya’daki şatodan kovulmasıyla, tek başına başlayan macerası, 7-8 kişilik bir grupla İstanbul’da nihayete erer. Onca felâketin ardından, yerleştikleri küçük çiftlik evinde esenliği bulmak genç adam ve beraberindekiler açısından hiç kolay olmaz.
Cunégonde çirkin ve huysuz, yaşlı kadın sakat ve fena halde çekilmezdir. Cacambo çalışmaktan perişan sürekli kaderine lânet etmektedir. Pangloss herhangi bir Alman üniversitesinde kendisine yer edinemediği için mutsuzdur. Martin’se zaten her şeyin aynı şekilde kötü olduğuna çoktan kanaat getirmiştir.
Zaman zaman metafizik ve ahlâk hakkında yapılan tartışmalarla harmanlanan seyir bir gün, hizmetçi Paquette ve sevgilisi Rahip Giroflée’nin çiftliğe gelmesiyle bambaşka bir yöne kayar. Çiftin sefaleti, herkesi derinden etkiler ve daha fazla felsefe yapmaya iter. Candide, Pangloss ve Martin, Türkiye’nin en iyi filozofu diye geçinen bir dervişe danışmaya giderler. Fakat insanın niçin yaratıldığına dair sorulardan ve akabinde söylenenlerden hiç hoşlanmayan derviş, onları kapı dışarı eder.
Küçük grup geri dönerken evinin önündeki portakal ağaçlarının gölgesinde serinleyen yaşlı bir Türk’e rastlar. Hoş geçen sohbet esnasında adam, hiçbir şey bilmediğini, olan bitenle hiç ilgilenmediğini, yirmi dönümlük toprağını çocuklarıyla ekip biçtiğini, bahçesinde topladığı meyveleri de kente satılması için gönderdiğini anlatır. Ona göre, çalışmak üç büyük fenalığı yani can sıkıntısı, ahlâksızlık ve yoksulluğu insanlardan uzak tutmaktadır.
Söylenenler Candide’le dostlarını derinden etkiler. Fikirlerini gözden geçirmelerini, yaşamı yeniden tasarlamalarını sağlar. Çok basit ve sade bir karara varırlar, yeni bir ilke edinirler: Çalışmak.
İstanbul’daki o küçük çiftlik evinde düzen baştan kurulur. Herkes niteliğine uygun işler yapmaya başlar. Örneğin; Cunégonde yemek pişirir, Paquette iş işler, yaşlı kadın çamaşır yıkar, Rahip Giroflée marangozluk yapar.
Bu yeni hayatta da bazen aralarında, ihtimaller dahilindeki dünyaların en mükemmeli hakkında küçük felsefi sohbetler geçse de, “Bunların hepsi güzel.” diye noktayı koyar Candide her seferinde nezaketle. “Ama bahçemizi işlememiz gerek.”
Artık herkes huzurlu ve mutludur.

B.   ESERİN YAPISI

1759’da yayımlanan ve Voltaire’in başyapıtı kabul edilen “Candide ya da İyimserlik” felsefi bir öyküdür. Leibniz’in, kısaca “Her şey mümkün olanın en iyisidir.” şeklinde  özetlenebilecek iyimserlik üstüne kurulu felsefesini eleştirmek niyetiyle kaleme alınmıştır.
Yazarının kimlik ve kişiliği, öykünün zamanının ötesine geçen etkisi ve felsefesi dikkate alındığında, yapısal açıdan da her daim ele alınmayı hak eder Voltaire’in bu ünlü eseri.

Arka Plân:

Eser ön plânda, saf ve iyi niyetli Candide’in yolculuğunu anlatır. Bu yolculukta ona eşlik eden diğer karakterlerin başından geçenlerle genişleyen öykünün arka plânı da en az anlatılan maceralar kadar zengin, bir o kadar da sarsıcıdır.
Savaşlar, kıyımlar, salgın hastalıklar ve depremler çağın tüm felâketler panoramasını çizer gibidir. Örneğin; daha yola koyulur koyulmaz Bulgarların eline düşer, şiddetli bir işkenceye uğrar, ardından kendisini orduda savaşırken bulur Candide.
Diğer taraftan, geride bıraktığı şato Bulgarların saldırısına uğrar, yerle bir edilir, dehşet verici bir katliam yapılır. Üstat Pangloss’la yeniden rastlaştıklarında, adam frengiden neredeyse ölmek üzeredir. Bindikleri geminin batmasından sonra yüzerek kıyısına çıktıkları Lizbon’da büyük bir depremle karşılaşırlar. Yıkım, sefalet, ölüler, yaralılar ve fırsatçılar vardır her tarafta.
İlerleyen bölümlerde yaşlı kadın hayat hikâyesini anlatırken, bir sarayı kırıp geçiren ve kendisinin de tutulduğu veba salgınından bahseder.
Burada Voltaire’i derinden etkileyen iki meselenin yansımalarını görmek zor değildir. Biri ve genel çerçevede Avrupa topraklarını harap, toplumlarını perişan eden, bir türlü bitmek bilmeyen din ve mezhep kökenli savaşlar, ikincisi ve özel çerçevede ise 1755 yılında meydana gelen Büyük Lizbon Depremi’dir.
Bu iki olgudan ilki insan, ikincisi ise tabiat eliyle yaratılır ve bu eksende kitap boyunca savaşlar, kıyımlar, kimi toplumsal, kimi kişisel, kimi küçük, kimi büyük felâketler esas anlatının arkasında akar durur.
Arka plânın farklılaştığı bölümler de yok değildir. Örneğin; okurun giderek aşinalık kazandığı kaçışlardan birinde vardıkları Oreillons topraklarında Cacambo ile Candide maymunlardan sevgili edinmiş iki genç kıza rastlarlar. Bilinen ya da bilindiği sanılan dünyanın sınırlarını zorlayan anlatı, ikilinin Eldorado adındaki, taşı toprağı altın ve mücevherden müteşekkil hayali ülkeye ulaşmasıyla bu sınırları kolayca aşar.
Finale gelindiğinde, her şey ne daha iyi ne daha kötüdür. Savaş, açlık, yoksulluk, iyilik ve kötülük yine her yerdedir. Dünya değişmemiştir belki ama ya Candide değişmiş midir? Bu soruya net bir cevap vermek mümkün görünmese de maceranın sonunda genç adamın dışarıdaki dünyaya karşı kendi dünyasını kurmayı başardığı kesindir. Öyle ki okur, arka plânın tüm hoyratlığına karşın, ön plânda yakalanan iç huzur ve barışın getirdiği dinginliği görmekte asla güçlük çekmez.

Anlatım Dili ve Üslûp:

Voltaire, büyük bir hiciv ustasıdır. En kötü olayları bile sarkastik bir üslûpla anlatmaktan çekinmez. Seri şekilde sıralanan yalın kelimelerin ardına saklanan gerçek varlığını her şekilde gösterir. Esas etki de buradan kaynaklanır.
Örneğin; Candide’in Bulgarlar tarafından kırbaçlanmasını: “… Özgürlük denilen Tanrısal armağan gereğince otuz altı defa kırbaçlanmayı kabul etti. Üstünden iki tur geçti. Alay iki bin askerden oluşuyordu. Bu da ense kökünden kuyruk sokumuna kadar tüm kaslarını ve sinirlerini dışarı uğratacak dört bin vuruş demekti. Üçüncü tura gelindiğinde artık daha fazla dayanamayan Candide, aman dileyerek kafasının dağıtılmasını istedi.” diye tasvir eder Voltaire.
Şiddet ve niteliği, okuru bir yandan sarsar diğer yandan da tebessüm etmekle etmemek arasındaki o ince çizgide tutar sürekli. Daha ileriki satırlarda, Pangloss’la ikisinin engizisyon ateşinde yakılma macerasını görürüz.
“… sıra halinde yürüdüler. Çok dokunaklı bir vaaz ve takiben güzel bir falsoburdon müziği dinlediler. Şarkı söylenirken Candide ahenkle dayak yedi; Biscaya’lı ile yağ yemek istemeyen iki adam yakıldı ve âdetten olmamasına karşın Pangloss asıldı. Aynı gün dehşet verici bir çatırdamayla yer yeniden sarsıldı.”
Voltaire, aslında burada inanç ve bâtıl inancı sorgulamakta, akıl dışılığın yarattığı sonuçları sergilemektedir. Bunu yaparken de kişileri, kurumları ve uygulamaları gülünçleştirmekten asla kaçınmaz.
Aynı yöntemi diğer sahnelerde de kullanan yazarın kuşkusuz ki en dikkat çeken özelliği, ifadelerinin asla bayağılaşmamasıdır. Aşağıdaki bölüm buna güzel bir örnektir.
 “Ona duyduğunuz tutku, mendilini yerden almakla başlamış.”dedi Markiz. “Bense jartiyerimi yerden almanızı istiyorum.”
“Tüm kalbimle.” dedi Candide ve jartiyeri yerden aldı.
“Fakat yerine takmanızı da istiyorum.” dedi kadın ve Candide
söyleneni yaptı.
Candide’in Cunégonde’a duyduğu aşktan konuşur gibi görünüp alenen flört eden ikilinin hali birkaç satır daha betimlenir. Ancak devamında olabilecekler hayal gücüne
bırakılır. Bu tercih, diğer taraftan da pek çok ikilemi açığa çıkarır ve sorgulatır. Sadakat veya sadakatsizlik, saflık veya kurnazlık, sınırlar ya da sınırsızlık gibi.
Yazarın anlatısı tamamen objektiftir. Kişilere ve olaylara belirli bir mesafeden tanıklık eder gibidir. Her karakterin belirli bir dünya görüşü, inancı ve yaşam tarzı vardır. Doğru ya da yanlış yapar, tercihlerde bulunur, fikirlerini savunur. O da bunları yargılamadan ya da müdahale etmeden doğrudan aktarır. Bu şekilde beklenenin aksine okuru anlatının içine daha çok çeker, düşünmesini, tartışmasını ve hesaplaşmasını sağlar.
Voltaire’in üslubundaki mizah bazen sert ve keskin, bazen daha yumuşak ve müstehzi kitabın sonuna dek varlığını sürdürür. Öyle ki, bitişteki son cümle düşündürürken okurunu, yazılış tarzıyla da hafiften gülümsetir.

Felsefi Görüş:

Anlatının hareket noktası; ünlü Alman düşünür Leibniz’in kısaca “Her şey mümkün olanın en iyisidir.” Şeklinde özetlenebilecek tezidir. Bu iyimserlik düşün hayatının başında Voltaire tarafından da benimsenmiştir. Ancak 1755’deki büyük Lizbon depreminin yanı sıra Avrupa Devletleri arasında onlarca yıl süren savaşların yarattığı yıkım ve insanlık dramı, konuya yaklaşımını epeyce değiştirir. Bu yüzden de artık mesnetsiz addettiği bu fikri yermek üzere Candide’i yazar.
Kitaptaki Pangloss karakteri, Leibnizci düşüncenin yılmaz bir neferi gibidir. Yaşanan onca felâkete, kendisinin uğradığı onca eziyet ve işkenceye karşı, son söylediği ile ilk söylediği hep aynıdır.
Örneğin: “Her şeyin bir amacı olduğuna göre her şey kaçınılmaz şekilde en iyi amaca yöneliktir.” der öğrencisi Candide’e. “Dikkat ediniz: Burunlar gözlük taşımak için yaratılmıştır, bizim de gözlüklerimiz var. Bacaklar açıkça giydirilmek
için yapılmıştır ve biz pantolon giyiyoruz.” Hatta o kadar ileri gider ki; her şeyin iyi olduğunu ileri sürenlerin saçmaladıklarını zira her şeyin en iyisi olduğunu söyler.
Bu sabit fikri kitabın ilk sayfasından son sayfasına, ilk felâketten son felâkete kadar değişmez. Neticede maceranın onları sürüklediği küçük çiftlik evinde, ihtimaller dahilindeki dünyaların en mükemmelinde yaşadıklarını iddia etmeyi sürdürür. Ona göre; şatodan kovulmasa, engizisyonun hışmına uğramasa, Amerika’yı bir uçtan diğer uca geçmese ve Eldorado ülkesinden getirdiği tüm koyunları kaybetmese, kısacası zincirleme seyreden onca felâkete uğramasa Candide, şimdi bulunduğu yerde olamayacak, turunç reçeli ve fıstık bile yiyemeyecektir.
Kitaptaki diğer karakter Martin ise bu havai iyimserliğin tam zıddı düşünceler içindedir. Daha gerçekçi, ayrıca kötümser ve karamsardır. Kendisinin Manesçi olduğunu söyleyen adam kötülüğün mutlak varlığına inanmış gibidir. Bu konuda sık sık Candide’le tartışırlar. Genç adam, kendisini soyan korsanın gemisiyle batmasını; “Kimi zaman da suç cezasını buluyor.” diyerek memnuniyetle karşılarken, yaşlı bilgin gemideki yolcuların da ölmesinin gerekip gerekmediğini sorgulamaktadır.
Martin de tıpkı Pangloss gibi fikri sabittir. Asla düşüncelerinden ödün vermez. İnsanın endişeli kramplar ya da sıkıntılı uyuşukluklar içinde yaşamak üzere doğduğuna inanır. Karşılaştığı sorun ya da olayları, her yerde her şeyin aynı şekilde kötü olduğu zannını pekiştirecek şekilde değerlendirir. Ona göre hizmetçi Paquette ve rahip sevgilisinin durumu ile Candide ve Pangloss’un durumu arasında fark yoktur. Neticede herkes aynı derecede mutsuzdur.
Tüm bunlara rağmen, tıpkı Candide ve Pangloss gibi o da yaşlı Türk’ün söylediklerinden etkilenir. Öykünün sonunda; hayatı çekilir kılacak tek şeyin, daha fazla kafa yormadan çalışmak olduğu kanaatine varır. Belki de böylece mutlak iyi ya da mutlak kötünün ötesine geçerek iç huzur ve barışı bulmayı başarır.
Kahramanımız Candide, bilindiği üzere Pangloss’un öğrencisidir. Tüm karakteri ve düşünce dünyası onun Leibnizci felsefesiyle yoğurulmuştur. Her şeyin mükemmel şekilde vuku bulduğuna, olaylar arasında muhakkak bir sebep-sonuç ilişkisi bulunduğuna ve ihtimaller içindeki en mükemmel sonucun gerçekleştiğine inanır daima.
Bu sayede de yeryüzü cenneti gibi benimsediği şatodan kovuluşundan sonra başına gelen ilk felâketlere hep aynı iyimserlikle göğüs gerer. Her şeyin zorunlu şekilde birbirine bağlandığına ve daha iyisi için düzenlendiğine kesinlikle kanidir: “Matmazel Cunégonde’un yanından kovulmam, kırbaçtan geçmem, ekmeğimi kazanana kadar dilenmem gerekti. Bunların hiçbiri, başka türlü gerçekleşemezdi.” diye açıklar Bulgarların arasından kaçarak ulaştığı köydekilere.
Seyahatinin sonraki safhalarında Martin, korsan gemisinin batışının suç ve ceza ile alâkasını sorgularken, Candide kendisinden çalınan koyununa yeniden kavuştuğuna göre Cunégonde’u haydi haydi bulacağı düşüncesiyle iyice ümitlenmektedir. Bununla beraber, Pangloss ya da Martin kadar sabit fikirli de değildir. “İhtimaller dahilindeki en mükemmel dünya burasıysa eğer, diğerleri nasıldır?” diye feryat eder, Pangloss asıldığında. Yoksa üstadı yanılmakta mıdır? Artık bir şeylerden şüphe duymaya başlamıştır.
Sevgilisiyle kavuşamadığı diğer bir noktada ise ümitlerini tamamen yitirdiğinde büyük karamsarlığa kapılır genç adam. Martin kesinlikle haklıdır: Her şey bir yanılsama ve belâdan ibarettir.
Ancak değişen koşullar ve ortaya çıkan fırsatlar onu yine etkiler. Beklentilerini ve umutlarını canlandırır. Bu sayededir ki; Cunégonde’u bulur ve macerası boyunca yanında bulunanlarla İstanbul’a yerleşir. Böylece sadece kendisini ve sevgilisini değil, diğer yol arkadaşlarını da kurtarır.
Kitabın sonunda Candide, ne Pangloss kadar iyimser ne de Martin kadar kötümserdir. Görmüş, geçirmiş ve olgunlaşmıştır. Bu sebeple de Pangloss kendisine ne anlatırsa anlatsın hep aynı şeyi söyler: “… bahçemizi işlememiz gerek.”

İnanç Sistemi:

Aydınlanmanın en büyük düşünürlerinden olan Voltaire, her şekilde akıl ve insan varlığına öncelik tanır. Kilisenin dünya işleri üstündeki hâkimiyetinden, devlet işlerine karışmasından rahatsızdır. Lâik bir dünya görüşüne sahiptir. Ona göre din ve devlet işleri birbirinden ayrı yönetilmelidir. Bağnazlığa ve bâtıla asla tahammülü yoktur. En çok da dini duyguların suistimaline. Burada, yazarın Cizvitler arasında eğitim aldığını da hatırlatalım.
Candide, Eldorado’da kendilerini evinde ağırlayan yaşlı adama dinlerinin ne olduğunu sorduğunda: “Akşamdan sabaha Tanrı’ya taparız.” cevabını alır. Ülkedeki inanca ya da dine atfedilmiş ayrıca bir ad ya da kurallar sistemi bulunmaz. Üstelik orada eğiten, tartışan, hükmeden, dolap çeviren ve kendileriyle aynı fikirde olmayan insanları yakan keşişler de yoktur. Sadece din adamlarını ya da kilise uygulamalarını hicvetmek maksadıyla seçilmiş ifadeler değildir bunlar. Zira Voltaire eleştirmekle kalmayıp aynı zamanda Tanrı’nın mutlak varlığını tüm dini inançların önüne geçirmektedir.
Deist yaklaşımına karşın dini reddetmez. Hatta sıradan insanlar ve toplumlar için gerekli bir mekanizma olarak görür. Onun şiddetle karşı çıktığı şey bu mekanizmanın çıkarlar uğruna bozulması ya da kötüye kullanılmasıdır. Bu yüzden de en sert eleştirilerinin, en acımasız alaylarının hedefinde genellikle din adamları bulunur. Örneğin; Pangloss’un taşıdığı illetin bir nedeni, Cunégonde’u metres edinen ya da mücevherlerini çalan kişiler hep din adamlarıdır.
Diğer bölümde, Cizvit Baron’un sefahati, gölgelik, serin ve küçük kameriyede altın tabaklarda sunulan yemeklerle tasvir edilirken, hemen dışarıda Paraguaylılar güneş altında, tahta çanaklarda, toprak üstünde darı yiyerek karınlarını doyurmaktadırlar. Haksızlığın başka izaha ihtiyacı var mıdır?
Voltaire sadece Hristiyanlığı ya da Hristiyanları eleştirmez. Diğer dinler ve mensupları da onun sivri dilinden nasiplerini alırlar. Örneğin; yaşlı kadın, Fas’taki kanlı kıyımı detaylarıyla anlatırken, tüm bunların Muhammed’in günde beş vakit ibadeti emrettiği bilinen topraklarda cereyan ettiğini belirtmekten kaçınmaz.
Benzer şekilde, maceranın son durağı İstanbul’da henüz umdukları huzur ve mutluluğu bulamamışken, Candide ve dostlarının danışmak istedikleri derviş de ruhani kimliğinden beklenen davranışı göstermez. Onları azarlar ve kovar. Neticede küçük grubun aradığı cevabı tabiatındaki doğal bilgelikle, yaşlı bir Türk verir. Ona göre her derdin devası çalışmaktır. Zira çalışmak insanları can sıkıntısı, ahlâksızlık ve yoksulluk gibi üç büyük fenalıktan uzak tutar.
Çiftliğe döndüklerinde kendi aralarında tartışırken: “İnsan Cennet Bahçesine çalışsın diye konmuştur.” der Pangloss. Burada yazar, Türk’ün önermesini Hristiyanlık öğretisiyle bağdaştırarak hem kuvvetlendirir hem de genelleştirir. Böylece Candide ile yol arkadaşları, huzur ve mutluluğu çalışmakta bulurlar.
Bu açıdan yaklaşıldığında Voltaire’in finalde bir nevi ahlâk övgüsü yaptığını değerlendirmek mümkündür. Zira farklı inançlarda, fikirlerde ya da statülerdeki karakterleri bir arada tutan temel unsur aidiyetlerinden ziyade, evrensel ahlâki değerler olmuştur.

Dünya Düzeni:

Kitapta acımasız ve vahşi bir dünya anlatılır. İnsanların ya da tabiatın yarattığı felâketlerde ölüm dehşet verici şekilde gelir. Savaşlarda insanların karınları deşilir, kolları bacakları kopar, kadınlar tecavüze uğrar, esir edilir, bir mal gibi alınıp satılır. Örneğin; Candide’in kovulduğu şatoya Bulgar askerleri saldırır, taş taş üstünde bırakmazlar. Cuégonde’a tecavüz eder, karnını deşerler.
Dört yanda salgın hastalıklar kol gezer. Veba, Avrupa, Asya ve Afrika’yı kasıp kavurur. Kurbanlarından biri de yaşlı kadındır. Şans eseri kurtulur. Frengi ise Pangloss’un başının belasıdır. Yaygınlığını, yaşlı adamın hastalığı nasıl kaptığını anlattığı neredeyse bir paragraflık bölümden çıkarmak mümkündür.
Savaş ve hastalıklar kadar tabiat da acımasızdır. Deniz yükselir, gemiler parçalanır, evler yıkılır, binlerce kişi ölür.
Bu dünyanın adalet anlayışı da kusurludur: “Los Padres her şeye sahiptir, halkın hiçbir şeyi yoktur; aklın ve adaletin başyapıtıdır bu.” der Cacambo. Keskin bir mizahta, Los Padres’in Paraguay’da öldürdüğü İspanyolları, Madrid’de cennete gönderdiğini söylerken ise gerçekte göreceli ve ikiyüzlü adalet anlayışını gözler önüne sermektedir.
Mücevher yüklü koyunları, denize açılmayı plânladığı geminin kaptanı tarafından kaçırıldığında başvurduğu adalet Candide’in de işine yaramaz. Sorununa çare bulamadığı gibi üstüne Hollandalı yargıca tonla para kaptırır.
Maceranın sonunda genç adamla yol arkadaşlarının, esenliği Osmanlı hakimiyetindeki topraklarda bulduğunu görürüz. Çeşitli ırk, milliyet ve inanış mensubiyetindeki toplulukların bir arada yaşamlarını sürdürebildikleri bu coğrafyanın seçilmesi muhakkak ki tesadüf değildir. Ancak buradaki adalet sistemi veya adaletsizlik de dünyanın geri kalanından farksızdır. “Çiftlik pencerelerinden sık sık Limni’ye, Midilli’ye, Erzurum’a sürülmüş efendiler, paşalar ve kadılarla dolu gemilerin geçtiği görülüyordu. Sonra sürgün edilenlerin yerini alacak ve sıraları geldiğinde sürülecek başka kadılar, başka paşalar, başka efendiler geliyordu. Bab-ı Âli’de sergilenmek üzere götürülen, içi doldurulmuş kafalar görüyorlardı.” diye betimler yazar egemen yönetim anlayışını.
Hırsızlık, yalancılık ve dolandırıcılık almış başını gitmiştir. Candide defalarca dolandırılır, kandırılır, aldatılır veya soyulur. Kimi zaman bile isteye, kimi zaman çaresizce.
Voltaire sınıfsal farklılıklardan rahatsız görünmez, aksine özellikle vurgular gibidir. Anlatı boyunca zengin, yoksul, köle, soylu, avam, asker, filozof, devlet adamı, din adamı veya hükümdar kısacası en alt tabakadan en üst tabakaya kadar pek çok insan portresiyle karşılaşırız. Bu kişilerin durumları sürekli biçimde değişkenlik ve geçirgenlik gösterir. Aniden servet kazanabilir, sınıf atlayabilir ya da her şeylerini yitirip sefalete düşebilirler. Toplumsal aidiyetine bakılmaksızın herkesin eşit olduğu fikri işte böyle temellenir.
Yaşlı kadın, Cunégonde ve hizmetçi Paquette’in başından geçenler bunun kanıtıdır. İkisi asil, diğeri alt tabakadan üç kadın da tecavüz ve işkenceye uğramaktan, metreslikten, hizmetçilikten kurtulamaz.
Candide’in, bir prens eskisinin elinden satın alarak kurtardığı kız kardeşiyle evlenme isteğini; “Onun böylesi alçalmasına ve sizin de böylesi küstahlaşmanıza katlanamam.” diyerek geri çeviren Baron’un kibirli tavrıyla inceden inceye dalga geçerken bir taraftan da eşitlik fikrini pekiştirmektedir Voltaire.

C.SON SÖZ

Candide’de Voltaire, saf ve iyi niyetli bir delikanlının çıktığı ya da çıkmak zorunda bırakıldığı yolculukta başından geçenleri hikâye eder gibi görünürken aslında gaddarlığı, şiddeti, despotizmi, inanç sömürüsünü yermekte, her türlü bağnazlık ve kör inanca karşı akılcılığı yüceltmektedir.
Eser temellendiği felsefe, anlatım mahareti, sade dili ve sarkastik üslûbu sayesinde günümüzde de sevilerek okunan klâsikler arasında yer almaktadır. Bunda dünyanın hep aynı dünya olarak kalmasının payı da vardır kuşkusuz.
Aradan geçen yaklaşık üç yüz yıllık süreçte ihtilâller ve devrimlerle daha demokratik yönetim biçimleri, yeni ekonomik düzenler ortaya çıkmış, insan hakları iyileşmiş, bilim ve teknolojide büyük ilerlemeler kaydedilmiş ancak esasta fazla şey değişmemiştir.
Çağımızda da coğrafyaları kana bulayan, büyük kıyım ve yıkımlara neden olan savaşlar yapılmakta, yoksulluk ve açlık toplumları modern zamanın şartlarına uygun şekilde ama hep aynı acımasızlıkta köleleştirmekte, salgın hastalıklar ve doğal afetler canlar almaktadır. Adaletsizlik ve eşitsizlik hükmünü sürmekte, bölgelere göre kimlik değiştiren inanç simsarları ise her yerde en kalbi, en temiz duyguları gözlerini kırpmadan ve yaratıcılıkta sınır tanımadan sömürmektedir.
Bu bağlamda özgürlük, eşitlik ve insan haklarına dair fikirleri Fransız İhtilali’nin yapı taşlarını döşemiş, aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden biri kabul edilen Voltaire, Candide’de sadece kendi yaşadığı dönemin tasvirini ve eleştirisini yapmakla kalmamış, evrensel bir düzlemde evrenselleşen anlatısıyla geleceğe seslenmeyi de başarmıştır.
Bunu yaparken finalde kahramanlarına buldurduğu esenlik ve huzurla, kötülüğe karşı iyiliğe galebe çaldırmış, kötümserliği iyimserlik karşısında zayıf düşürmüş, her ne kadar Leibnizci felsefeye karşı dursa da insandaki umudu öldürmek ya da yok etmek yerine korumayı ve canlı tutmayı tercih etmiştir.

Metin, Temmuz 2019'da Dorlion Yayınları tarafından Özlem Pekcan'ın çevirisiyle yayınlanan "Candide" adlı eserin başında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

SÖYLE SÖZÜNÜ

Ad

E-posta *

Mesaj *

kimler gelmiş:)

Twitter

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı