Yazan: Özlem PEKCAN
I.
VOLTAIRE’İN HAYATI
Asıl adı François
Marie Arouet olan Voltaire, 1694’te Paris’te dünyaya gelir. Babası François Arouet
noter, yedi yaşında kaybettiği annesi Marie-Marguerite Daumand ise Poitou’lu
soylu bir ailedendir.
Voltaire üç yaşında
La Fontaine okumaktadır. On yaşındayken asillerin eğitim gördüğü Cizvit Okulu
Collège Louisle-Grand’a gönderilir. Sivri dili ve cesur fikirleriyle ilk defa burada
dikkat çeker.
Kolejden sonra
babasının zorlamasıyla hukuk eğitimi alsa da, genç Arouet edebiyata meraklıdır.
Bu arada annesinin dostu, aynı zamanda vaftiz babası Châteauneuf vasıtasıyla saray
çevrelerinde görünmeye başlar. Aynı sıralarda Hollanda’ya gönderilir. Fakat
orada yaşadığı bir aşk macerası yüzünden Paris’e geri dönmek zorunda kalır.
Nükteli, hicivle keskinleşmiş üslubu hoşa gittiği kadar başını derde de sokar.
Nitekim Kral Naibi hakkında yazdıkları yüzünden 1717’de Bastille’e atılır.
Voltaire takma adını, Henriade’ı yazdığı bu ünlü hapishanede alacaktır. Kimi
uzmanlarca bu mahlasın, Arouet L.J. (Arouet Le Jeune- Genç Arouet) isim grubunun
anagramı olduğu iddia edilse de doğruluğu kanıtlanmış değildir.
Serbest kaldıktan
hemen sonra 1718’de sahnelenen OEdipe adlı trajedisi çok beğenilir. Oyundan
elde ettiği gelirle yatırım yapar. İleriki yıllarda bulduğu bir açıktan
faydalanarak piyangodan da yüklü bir miktar kazanacaktır. (1729) Parasal
konulardaki öngörülü ve isabetli tercihlerine, aile varlığının da eklenmesiyle
yazar, ömür boyu maddi sıkıntı çekmeyecek, zenginlik ve refah içinde
yaşayacaktır.
Ünü giderek artarken
karakterinden asla taviz vermeyen, alaycılığından bir şey kaybetmeyen Voltaire,
soylu bir şövalye ile giriştiği çatışma yüzünden 1726’da ikinci kez Bastille’i boylar.
Oradan, sürgüne gitmek kaydıyla kurtulabilir. Böylece İngiltere yılları başlar.
Burada fazla zaman geçirmese de Bacon, Lock ve Newton okumaları, ayrıca kendi
ülkesinden daha özgür bulduğu ortam, dini yapıdaki çeşitlilik Voltaire’i derinden
etkileyecek, özgürlük, eşitlik, Tanrı ve din konularına ilişkin fikirlerini
şekillendiren temel unsurlar olacaktır. 1729’da tekrar Fransa’ya döner.
Lettres
Philosophiques ya da bilinen diğer adıyla Lettre sur L’Angleterre 1734’de ondan
habersiz ve izinsiz yayımlandığında, yayımcı tutuklanır. Kendisini de benzer
akıbetin beklediğini anlayan yazar, esasen sevgilisi Châtelet Markizi’nin
kocasına ait Cirey Şatosu’na sığınır. Yaklaşık on beş sene çiftin daimi ikâmetgâhı
haline gelecek bu mekânı baştan sona restore ettirir. En önemli eserlerinden
bazılarını da burada yazar. Aynı dönemde Fransız Akademisi’ne kabul edilir. Rus
Çariçesi II. Katherina ve Prusya Kralı II. Fréderic ile iletişime geçer.
Markizi’nin ölümünün
ardından Kral’ın daveti üzerine 1750’de Potsdam’a gider. 1752’den itibaren
Fransız kültürü açısından büyük önem taşıyan Ansiklopedi için bazı maddeler yazmaya
başlar. Daha sonraları ortaya çıkacak fikir ayrılıkları yüzünden bu faaliyeti
bırakacaktır (1758).
Diğer taraftan
Postdam’da da fazla kalamaz. Zira bir anlaşmazlığa düşen iki matematikçiden II.
Frédéric’in desteklediği Maupertius’a karşı Koenig’i destekler. Üstelik
“Diatribe du Docteur Akakia, médecin du pape”ı yazar. Bu yüzden Kralla arası açılır
ve ülkesine dönmeye karar verir. Ancak bir sorun vardır; Fransa hakkında sürgün
kararı vermiştir. Bunun üzerine 1755’de daha özgür olduğunu umduğu Cenevre’ye
gider. Dile getirdiği görüşler nedeniyle Protestan Kilisesi’nin de tepkisini
üzerine çekmesi çok sürmez.
1758, Fransa’nın
İsviçre sınırında bulunan, Ferney ile İsviçre’nin Fransa sınırında bulunan
Tourney Şatoları’nı satın aldığı yıldır. Ünlü eseri Candide’i Ferney’de kaleme
alacaktır.
Bu yıllarda
adaletsizliğe karşı duruşunu fiile döker. Haksızlığa uğramış kimi masumların
davalarının yeniden görülmesini sağlar. Örneğin; yarattığı kamuoyu baskısıyla, oğlunu
öldürmekle suçlanarak idam edilen Calas adlı bir Protestanın davasına yeniden
bakılmasını, ölümünden sonra da olsa aklanmasını sağlar. (1762)
Aynı dönemde bir
kilise de yaptırdığı Ferney topraklarında, dut ağacı ve ipek böceği yetiştirir.
Kurduğu tezgâhlarda ipek kadın çorabı, açtığı atölyede bir grup İsviçreli
ustayla cep saati imal eder ve bunların ticaretini yapar. Böylece bölge ekonomisinin
gelişimine de büyük katkıda bulunur.
Yazdığı tiyatro oyunu
Irène’in sahnelenmesi için yıllar sonra ülkesine döndüğünde büyük coşkuyla
karşılanır ve 1778’de burada ölür. Kilisenin karşı emri gelmeden önce yapılan
dini törenle önce Scellières’e gömülür. Fransız İhtilâli’nden sonra 1791’de ise
Panthéon’a nakledilir.
II.
BAŞLICA ESERLERİ
Voltaire tarihin
gördüğü en üretken yazarlardan biridir. Sayısız öykü, roman, tiyatro, opera,
ayrıca deneme, inceleme ve eleştiri yazmıştır. Çağının tanınmış düşünürleri ile
polemiğe girmekten asla kaçınmamış, fikirleri ve yazdıkları yüzünden
tutuklanmış, kaçmış, sürgünde yaşamıştır. Bununla kalmamış, eserleri
yasaklanmış, hatta yakılmıştır.
Başlıca eserlerinden
bazıları aşağıdaki şekilde sıralanabilir:
•Vers sur le Régent et Sa Fille - Naip ve
Kızı Hakkında Dizeler, 1716.
•La Bastille, 1717. Kısa şiir.
•OEdipe- Odipus, 1718. Beş perdelik trajedi.
•Essai sur les Guerres civiles de France -
Fransa İç Savaşları Üzerine Deneme, 1728. İlk önce İngilizce yayımlanır. Çevirisi
ancak Hollanda’da yapılabilir.
•La Henriade, 1728. Epik şiir.
•Brutus, 1730. Beş perdelik trajedi.
•Epître à Uranie, ou le Pour et le Contre -
Urania’ya Mektup veya Tarafında ve Karşısında, 1732. Felsefi kısa şiir. Mme de
Rupelmonde için yazılmıştır.
•Ériphyle, 1732. Beş perdelik trajedi.
•Samson, 1732. Beş perdelik opera. Müziği
Rameau’ya aittir.
•Zaïre, 1732. Beş perdelik opera.
•Le Temple du Goût - Zevk Tapınağı, 1733.
Yazarın yaşadığı dönemin edebiyatına dair incelemeler içerir.
•La Mule du Pape - Papa’nın Katırı, 1733.
Öykü.
•Lettres Philosophiques - Felsefi Mektuplar,
1734. Yasaklanır ve yakılır.
•L’Échange - Değiş Tokuş, 1734. Üç perdelik
nesir formunda yazılmış komedi.
•Traité de Métaphysique - Metafizik Üzerine
İnceleme, 1734. Mme du Châtelet için yazılmıştır.
•La Mort de César - Sezar’ın Ölümü, 1735. Üç
perdelik trajedi.
•Le Mondain - Dünyevi, 1736. Taşlama. Yazar
daha sonra ülkesini terk etmek zorunda kalır.
•L’Enfant Prodigue - Müsrif Çocuk, 1738. Beş
perdelik komedi.
•Éléments de la Philosophie de Newton -
Newton Felsefesinin Ögeleri, 1738. Tamamlanmış hali 1748’de yayımlanır.
•Essai sur la Nature du Feu et sur Sa
Propagation – Ateşin ve Yayılış Tabiatı Hakkında Deneme, 1738. Akademi
tarafından ödüllendirilir.
•Vie de Molière - Molière’in Hayatı, 1739.
Eserleri hakkında görüşler de içerir.
•Préface de l’Anti-Machiavel - Anti
Machiavel’e Önsöz, 1740.
•Zulime, 1740. Beş perdelik trajedi.
•Le Fanatisme ou Mahomet le Prophète -
Fanatizm ya da Muhammed Peygamber,1742. Beş perdelik trajedi. Papa XIV.
Benoît’ya ithaf edilmiştir. Bir ara yasaklanır.
•La princesse de Navarre - Navarra Prensesi,
1745. Bale, komedi.
•Le Temple de la Gloire - Zafer Tapınağı,
1745. Beş perdelik opera.
•Zadig ou la Destinée - Zadig ya da Kader,
1747. Doğu öyküsü.
•Sémiramis, 1748. Beş perdelik trajedi.
•La Voix du Sage et du Peuple - Bilgeliğin ve
Halkın Sesi 1750.
•Bababec et les Fakirs - Bababec ve Fakirler,
1750. Öykü.
•Timon, 1750. - J.J. Rousseau’nun bilim ve
sanat hakkındaki fikirlerine cevap verir.
•Micromégas1752. - Felsefi öykü.
•Diatribe du Docteur Akakia, Médecin du Pape –
Doktor Akakia Yergisi, Papanın Doktoru, 1752. Berlin’de yakılır.
•Annales de l’Empire - İmparatorluk
Yıllıkları, 1753.
•L’Orphelin de la Chine - Çin Yetimi, 1755.
Trajedi.
•Essai sur les Moeurs et l’Esprit des Nations
– Ulusların Anlayış ve Gelenekleri Üzerine Deneme, 1756.
•Le Siècle de Louis XIV - XII. Louis Çağı,
1756.
•Poème sur la Loi naturelle - Tabiat Kanunu
Üzerine Şiir, 1756.
•Poème sur le Désastre de Lisbonne - Lizbon
Felâketi Üzerine Şiir, 1756.
•Candide ou l’Optimisme – Candide ya da
İyimserlik, 1759. Felsefi öykü. Yasaklanır.
•Mémoires pour Servir à la Vie de Voltaire -
Voltaire’in Anıları, 1759. Yazarın kendisi tarafından Prusya
Kralı’na karşılık yazılmıştır. Ölümünden sonra yayımlanır.
•Le Pauvre Diable - Zavallı Şeytan,1760.
Taşlama.
•Lettres sur la Nouvelle Héloïse - Yeni
Héloïse Üzerine Mektuplar, 1761.
•Traité sur la Tolérance - Hoşgörü Hakkında
İnceleme, 1763. Yasaklanır.
•Dictionnaire Philosophique Portatif -
Felsefe Sözlüğü, 1764. Bir bölümü yakılır.
•Le Philosophe Ignorant - Cahil Filozof,
1766.
•La Princesse de Babylone - Babil Prensesi,
1768. Roman.
•Dieu et les Hommes - Tanrı ve İnsanlar,
1769. Yakılır.
•Questions sur l’Encyclopédie - Ansiklopedi
Meseleleri, 1770.
•Jean qui Pleure et Jean qui Rit - Ağlayan
Jean ve Gülen Jean, 1772. Kısa Şiir.
•La Bible Enfin Expliquée par Plusieurs
Aumôniers de S. M. L. R. D. P - İncil, Majesteleri Prusya Kralı’nın Papazları tarafından
açıklaması yapılmış, 1776. Yasaklanır.
•Un Chrétien contre Six Juifs - Altı Yahudiye
Karşı Bir Hristiyan, 1776.
•Précis de la Justice et de l’Humanité -
Adalet ve İnsanlık Hakkında, 1777.
•Dernières Remarques sur les Pensées de
Pascal - Paskal’ın Düşünceleri Hakkında Son Notlar, 1777. Yasaklanır.
•Irène, 1778. Beş perdelik
trajedi.
•Pensées - Düşünceler, 1778. Ölümünden sonra
yayımlanmıştır.
III.
CANDİDE YA DA İYİMSERLİK
A. KONU,
KAHRAMANLAR VE MACERALARI
Kitap önce Doktor
Ralph isimli bir Alman yazardan yapılmış bir çeviriymiş gibi yayımlanır.
Diğerleri gibi Voltaire’in bu kitabı da yasaklanmaktan kurtulamaz.
Eserde, genç
Candide’in yaşadığı şatodan kovulmasıyla başlayan amaçsız sürüklenişinin,
ebediyen kaybettiğini sandığı sevgilisinin ölmediğini öğrendikten sonra ona
kavuşmak için verdiği mücadeleye evrilişi ve bu uğurda başına gelenler
anlatılır. Ancak bu tek katmanlı ya da sığ bir anlatı değildir. Esas kahramanın
yanı sıra, sürekli biçimde öyküye giriş-çıkış yapan, çeşitli vesilelerle
yolları kesişen ya da ayrılan diğer kahramanlar ve yan karakterlerle olay
örgüsü karmaşıklaşır, hacim kazanır. Zira hepsinin ayrı bir öyküsü ve ayrı bir
macerası vardır.
Kahramanlar ve
başlarından geçenleri aşağıdaki başlıklarda
özetlemek mümkündür:
Candide’in
Macerası:
Candide, isminin
anlamına yakışır şekilde yumuşak huylu, saf ve temiz bir delikanlıdır. Büyük
bir şatoda yaşamaktadır. Günün birinde kalbini kaptırdığı güzeller güzeli Cunégonde’u
öperken, genç kızın babası Baron Thunder-ten-Tronckh’a yakalanır ve şatodan
kovulur. Vestfalya’dan İstanbul’a uzanan macerası işte böyle başlar.
Perişan halde
ulaştığı komşu kentte, Bulgar askerlerin eline düşer. Alaydaki her asker
tarafından otuz altı defa kırbaçlanma cezasına çarptırılır. Çektiği acıya
katlanamayarak kendisini öldürmeleri için yalvardığı sırada Kral canını
bağışlar. Bu arada Abarlara karşı savaşmak zorunda kalır. Kıyımdan canını zor
kurtarır ve yürüyerek Hollanda’ya varır.
Burada tanıştığı
Jacques adlı Anabaptist, karnını doyurur, temizlenmesine yardım eder ve ona
para verir. Ertesi gün tesadüf eseri Baron’un şatosunda yaşarken üstadı kabul ettiği,
ihtimaller dahilindeki dünyaların en mükemmelinde yaşadıklarını ve buradaki
olayların kesinlikle birbirine bağlı olduğunu ona benimseten felsefe
öğretmeni Doktor Pangloss ile karşılaşır. Frengiden muzdarip zavallı adamdan, Bulgarlar’ın
şatoya saldırdığını ve Cunégonde’un ailesiyle birlikte öldüğünü öğrenir.
Jacques, ikiliyi yanına alır, Pangloss’u tedavi ettirir ve iki ayın sonunda
Lizbon’a gitmek üzere gemiyle yola çıkarlar. Ancak karaya varmadan gemi batar,
Jacques boğulur. Candide ile Pangloss bir kalas üstünde sürüklenerek güç belâ
kıyıya, sonra da yürüyerek kente ulaşırlar ve adımlarını atar atmaz şiddetli
bir sarsıntıyla karşılaşırlar.
Depremin yarattığı
büyük felâkete tanık ölüler, yaralılar ve yıkıntılar arasında dolaşır, hayatta
kalanlara yardım etmek için çabalar, karşılığında karınlarını doyururlar.
Felsefi konuşma ve sohbetlerden de geri kalmazlar. Başkalarıyla fütursuzca paylaştıkları
fikirleri yüzünden kısa sürede başları derde girer. Neticede kendilerini
depremlerin engellenmesi maksadıyla düzenlenen bir tür törende, engizisyon
ateşine atılmak üzere bulurlar. Pangloss’u yakmak yerine asarlar, Candide ise
fena şekilde dayak yer, ancak affedilir. Perişan haldeyken yanına gelen yaşlı
bir kadın onu önce bir kulübeye, tedavi ettikten sonra da küçük bir eve
götürür. Burada kendisini öldüğünü sandığı sevgilisi beklemektedir.
Kavuşma sevinciyle
dolu geçen zaman, Cunégonde’un iki aşığının arka arkaya gelişiyle kesilir, genç
adamın onları öldürmesi üzerine de tamamen kâbusa dönüşür. Başka çareleri kalmayan
çift yanlarında yaşlı kadınla kaçarak Cadix’e varır. Candide burada yeni
dünyaya gidecek donanmaya yazılır ve hep birlikte yola koyulurlar.
Yaşlı kadınla diğer
yolcuların anlattığı hikâyelerle geçen seyahatin ardından ulaştıkları Buenos
Aires’te Vali, üçlüyü evinde ağırlar ve anında Cunégonde’a tutulur. Diğer
taraftan Candide’in peşindekiler de kente gelmiştir. Yine çaresizliğe yenik
düşen genç adam, sevgilisi ve yaşlı kadını arkasında bırakarak bu defa yanında
uşağı Cacambo ile kaçmak zorunda kalır.
İlk sınır hattında
pek dostane karşılanmazlar ancak akabinde onları kabul eden Cizvit Kumandan’ın,
Cunégonde’un aslında öldüğü sanılan erkek kardeşi olduğu anlaşılır. Candide’le
Baron gözyaşları içinde kucaklaşır, aynı sofraya oturur, hasret giderir,
başlarından geçenleri anlatırlar. Her şey yolundayken Candide’in Cunégonde’la
evlenme niyetini açıklamasıyla durum tersine döner. Genç adam bu kez de sevdiğinin
abisini öldürür ve sonsuz kaçışı kaldığı yerden devam eder.
Sınırı geçtikten
sonra girdikleri yabancı topraklarda maymunlardan kaçan iki kıza rastlarlar.
İyi niyetli Candide, aklına aksini bile getirmeden, kızların tehlikede olduğu zannıyla
hayvanları tüfekle öldürür. Ertesi sabah uyandıklarında kendilerini ülkenin
yerlisi Oreillonlar tarafından ağaca bağlanmış bulurlar. Zira sevgililerini
kaybeden kızlar intikam almak istemişlerdir. Kazana atılıp pişirilmekten yerlilerin
Cizvitlere duyduğu nefreti kullanmayı beceren akıllı Cacambo sayesinde kıl payı
kurtulur, Cayenne’e gitmek için yeniden yola koyulurlar. Atlarını yorgunluktan
öldüren, yiyeceklerini tüketen ve yabani bitkilerle beslenmeye mecbur bırakan
zorlu yolculukları Eldorado ülkesine getirir iki seyyahı.
Dünyada başka hiçbir
yerde eşi benzeri bulunmayan bir refah ve zenginlik sahibi ülkenin sakinleri
ikiliyi mükemmel şekilde ağırlar. Gitmek istediklerinde ise Kral kayalık araziden
çıkmalarını sağlayacak uçan bir makine yaptırır. Yanlarına da erzak, çeşitli
hediyeler, altın ve mücevher yüklü yüze yakın koyun verir. Candide’in artık tek
gayesi vardır: Aşkını, Valinin elinden kurtarmak.
Asya, Avrupa ve
Afrika’nın tamamında toplanması imkânsız bir hazineyle çıkılan bu seyahat iyi
başlasa da bataklıklarda, çöllerde ve uçurumlarda giderek zorlaşır. Yüz günlük
yürüyüşün ardından Surinam’a geldiklerinde ellerinde sadece iki koyun
kalmıştır.
Kente gelir gelmez
onları Buenos Aires’e götürecek bir gemi bulmaya çalışırlar. Bir handa
randevulaştıkları İspanyol, Candide’i oraya götüremeyeceğini zira Cunégonde’un artık
Vali’nin metresi olduğunu, bu durumun da hepsinin hayatını tehlikeye atacağını
söyler. Bunun üzerine genç adamın Venedik’e, Cacambo’nun da Cunégonde’u almak
üzere Buenos Aires’e gitmesini kararlaştırırlar.
Sadık uşağının
ardından yola çıkmaya hazırlanan Candide kötü bir sürprizle karşılaşır.
Mücevher yüklü iki koyunu gemisine alan kaptan, onu geride bırakarak hızla
denize açılır ve gözden kaybolur. Acı bir şekilde dolandırıldığını anlayan
Candide, zararını gidermek ve hakkını aramak için ne kadar uğraşsa da
başaramaz. Nihayetinde Bordeaux’ya giden bir gemiye biner. Bu kez Martin adında
yaşlı bir bilgin eşlik etmektedir ona. Seyahat esnasında, kaçırılan koyunlardan
birine tesadüfen kavuşan Candide, Fransa’ya nispeten varlıklı bir adam olarak
ayak basar. Paris’te kaldığı müddetçe epey hareketli zamanlar geçirir. Çeşitli
vesilelerle etrafını dolduranlar onu soymaktan geri kalmazlar. Önce hastalığı
daha sonra ise daldığı eğlence hayatı yüzünden etrafını saranlara para ve
mücevher kaptırır. Nihayetinde de Cunégonde’a kavuşacağı zannıyla büyük bir
tuzağa düşer. Zindana atılmaktan Martin’in kıvrak zekâsı sayesinde kurtulan ikilinin
rotası bu kez İngiltere’dir.
Portsmouth’a
yanaştıkları sırada kıyıda toplanmış büyük bir kalabalık görürler. Kurşuna
dizildiğine tanık oldukları Amiral’in, Fransızlarla yapılan savaşta yeterince
adam öldürmediği için infaz edildiğini öğrendiğinde Candide, kıyıya çıkmayı
düşünmez bile. Böylece iki gün içinde tekrar yola koyulurlar ve Venedik’e
ulaşırlar. Genç adam her tarafta Cacambo’yu ararken Dr. Pangloss’un
Vestfalya’da sık sık gönlünü eğlendirdiği hizmetçi Paquette ile karşılaşır. Genç
kadın bir rahibin sevgilisidir artık. Bu tesadüf Martin ile Candide arasında
sonu gelmez felsefi tartışmalara, ufak tefek iddialaşmalara sebebiyet verir.
Venedik’teki macera
bu kadarla kalmaz. İkili, Brenta nehrini gondolla geçerek Pococurante adlı,
altmış yaşlarındaki bir senatöre misafirlik eder. Son derece zengin bu soylu, sohbet
ve ziyaret süresince bıkkın, memnuniyetsiz ve doyumsuz bir portre çizer.
Misafirliklerinin bitiminde, Martin zevk almamanın da zevki var mıdır
sorgulaması yaparken, Candide sevgilisine kavuştuğunda ne kadar mutlu olacağını
düşünmektedir.
Pococurante’nin
sarayına yaptıkları ziyaretten haftalar sonra bir tesadüf eseri Candide
Cacambo’yu bulur. Sadık uşağının artık başkasının kölesi olduğunu, Cunégonde’un
İstanbul’da hizmetçilik yaptığını öğrenir ve kente karnaval geçirmeye gelmiş
altı tuhaf yabancıyla aynı sofraya oturmak durumunda kalır. Yemekte
masadakilerin iktidardan düşmüş, memleketlerinden uzak Krallar oldukları ortaya
çıkar. Cacambo’nun yeni efendisi de Sultan III. Ahmed’den başkası değildir.
Akabinde Candide
ileMartin, Sultan’ın gemisine binerler ve genç adam ayrılmadan önce Cacambo’yu
satın alır. Marmara kıyılarına ulaşmak amacıyla denize açıldıkları diğer kadırgada
yeni bir sürpriz daha beklemektedir onları. Zira kürek çeken forsalar arasında
Cunégonde’un abisi ve Dr. Pangloss da vardır. Öldürdüğünü sandığı Baron ile
asıldığını sandığı üstadını hayatta bulmak Candide’i mutluluktan havalara
uçurur. Onları da satın alır. Genişleyen grup, başka bir kadırgada İstanbul’a
doğru yol alırken, yeni gelenler nasıl hayatta kaldıklarını ve başlarından
geçenleri anlatırlar.
Böylece ulaştıkları
kentte, Cunégonde ile yaşlı kadını Transilvanya Prensi’nin evinde hizmetçilik
yaparken bulurlar. Biricik aşkını; korkunç derecede çirkinleşmiş gördüğünde dehşete
kapılsa da Candide iki kadını prensten satın alır. İçinde en ufak istek
kalmamasına rağmen genç kadının baskıları ve baronun kibirli küstahlığı yüzünden
inadı da tuttuğundan verdiği sözden dönmez. Barondan kurtularak Cunégonde’la
evlenir. Bütün felâketleri geride bırakan, sevdiğine kavuşan ve satın aldığı
çiftlikte dostlarıyla yeni bir hayata başlayan Candide nihayet mutluluğu
yakalamıştır. Gerçekten mi? Pek sayılmaz. Çünkü hiç kimse halinden memnun
değildir.
Çiftlikte koyu bir
mutsuzluk sürüp giderken, yine umulmadık bir şey olur: Paquette ile Rahip
sevgilisi sefalet içinde çıkagelir. Bu durum karşısında derin açmazlara düşen Pangloss,
Candide veMartin, Türkiye’nin en iyi filozofu diye geçinen ünlü bir dervişe
danışmaya giderler. Fakat derviş onları kovar.
Grup geri dönüş
yolunda, yaşlı bir adama rastlar. Onun anlattıkları Candide’le dostlarını
derinden etkiler. Fikirlerini gözden geçirmelerini, yaşamı yeniden tasarlamalarını
sağlar. Çok basit ve sade bir karara varırlar, yeni bir ilke edinirler: Çalışmak.
İstanbul’daki o küçük
çiftlik evinde düzen yeni baştan kurulur. Artık herkes huzurlu ve mutludur.
Cunégonde’un
Macerası:
Candide’in biricik
aşkı Cunégonde, Vestfalya’nın en kuvvetli beylerinden biri olan Baron
Thunder-ten-Tronckh’un kızıdır. İhtişamlı saraylarında ailesiyle yaşamaktadır.
Günün birinde Doktor Pangloss ile hizmetçileri Paquette’i koruda flörtleşirken
görür ve aynısını Candide’le denemek ister. Tam bir talihsizlik eseri, babasına
yakalanırlar ve sevdiği şatodan kovulur.
Bu acıklı ayrılığın
akabinde Bulgarlar şatoyu basar, büyük bir katliam yaparlar. Saldırıya uğrayan
genç kadın, Bulgar bir yüzbaşının eline düşer. Adam, üç ay sonra hem parasız kaldığı
hem de bıktığı için onu Don Issachar adındaki bir Yahudi’ye satar. Katıldığı
bir ayinde bu defa da engizisyoncunun dikkatini çeker. Böylece iki sevgilisi
olur ve vardıkları anlaşmaya göre erkeklerden her biri, onu haftanın belirli günlerinde
ziyaret eder. Aylar sonra deprem belâsını defetmek için düzenlenen yakma ayini
sırasında Cunégonde, kurbanlar arasında kırbaçlanan Candide’i görür. İşkenceden
perişan düşmüş genç adamı hizmetçisi yaşlı kadına önce tedavi ettirir, sonra da
yaşadığı kır evinde onunla buluşur.Bu şekilde kavuşan sevgililerin mutluluğu
fazla sürmez ne yazık ki. Zira Candide bir dizi gerekçeyle Yahudi ile
engizisyoncuyu öldürür ve ikili yanlarında yaşlı kadınla kaçmak zorunda kalır.
Buenos Aires’e
geldiklerinde Candide kaçışını sürdürürken, Cunégonde kentte kalır ve Vali’nin
metresi olur. Bir müddet sonra uşak Cacambo geri dönerek genç kadını kurtarsa da
bu kez de acımasız bir korsan tarafından soyulurlar.
Matapan Burnu’ndan,
Marmara kıyılarına uzanan bir güzergâhın sonunda Cunégonde’un yolu,
beraberindeki yaşlı kadınla İstanbul’a düşer. Burada kölesi olduğu yoksul Prens’in
bulaşıklarını, çamaşırlarını yıkar, hizmetçilik yapar. Tüm güzelliğini
kaybeder, çirkin bir yaratığa dönüşür.
İki sevgilinin
yeniden kavuşması, genç kadının uğradığı korkunç değişim nedeniyle önceki kadar
muhabbetle gerçekleşmese de Candide verdiği sözden dönmez. Önce onu Prens’ten
satın alır, sonra da evlenirler. Fakat her geçen gün daha da çirkinleşen
Cunégonde hiç mutlu değildir. İyice huysuz ve çekilmez hale gelmiştir.
Bu durum Candide’le
iki dostunun yaşlı bir Türk’ün evine yaptıkları ziyarete kadar sürer. Burada
konuşulanlar, küçük çiftlikte yaşayan herkesi derinden etkileyecek, hayatlarına
yeni bir amaç ve yön kazandıracaktır. Böylece tıpkı diğerleri gibi genç kadın
da kendisini çalışmaya verir, çirkinliğini aynı şekilde muhafaza etse de
mükemmel bir aşçıya dönüşür.
Pangloss’un
Macerası:
Pangloss, Candide’in
yaşadığı Şato’nun bilge kişisidir. Metafizik-teoloji-kozmolo-nigoloji öğretir.
Ona göre hiçbir şey sebepsiz yere vuku bulmaz. İhtimaller dahilindeki
dünyaların en mükemmelinde, en mükemmel şekilde yaşadıklarını iddia eder.
Öğrencisinin
kovulması yüzünden ayrılan yolları, tekrar Hollanda’da birleşir. Frengiye
yakalanmış, her tarafını sivilceler kaplamış, burnunun ucu kayıp, yamuk ağızlı,
dilenci kılıklı adamı ilk anda tanımasa da daha sonra çok sevdiği üstadıyla
karşılaştığını anlayan Candide, onun yardımsever Anabaptist Jacques’ın yanına
muhasebeci olarak girmesini sağlar.
Üçlünün birlikte
çıktığı gemi seyahatinin son durağı Lizbon’da ise başka bir kişisel felâkete
uğrar Pangloss. Zira tekrar deprem olmasın diye düzenlenen engizisyon
töreninde, asılır. Ancak boynuna geçirilen ip ıslak, kaygan ve iyi düğümlenmediğinden
işlem tamamlanmamıştır. Törenden sonra bir cerrah cansız sandığı bedeni satın
alır, evine götürür ve incelemek niyetiyle boydan boya haç şeklinde bir kesik atar.
Böylece yaşadığı ortaya çıkar. Burada tedavisi yapıldıktan sonra önce bir Malta
Şövalyesinin, ardından da Venedikli bir tacirin hizmetine girer ve İstanbul’a
kadar gelir.
Bir gün sırf
merakından gittiği bir camide güzel ve genç bir kadına davranış biçimi
etraftakileri fena kızdırır. Falakaya yatırılır ve kürek cezasına çarptırılır.
Asılan, kesilen, biçilen ve dövülen adam, kadırgada forsalık yaparken Candide’le
yeniden karşılaşır. Üstadını hayatta bulduğu için büyük sevinç duyan genç adam,
gemi kaptanına tereddütsüz, dünya kadar altın sayar ve onu satın alır.
Neticede İstanbul’da
hep beraber yerleştikleri küçük çiftlikte başlarda aradığı mutluluğu pek
bulamaz. Ancak yaşlı bir çiftçinin evine yaptıkları ziyaret, onun da hayata
bakışını değiştirecek, bir amaç edinmesini sağlayarak huzura ulaşmasını
sağlayacaktır.
Tüm maceranın
sonunda, Pangloss’un vardığı kanaat, ilk kanaatidir: “İhtimaller dahilindeki
dünyaların en mükemmelinde olaylar birbirine bağlıdır.”
Yaşlı
Kadının Macerası:
Candide’in ilk kez
Lizbon’da karşılaştığı yaşlı kadın, esasında Papa X. Urbanus’un (Bu isimde
yaşamış bir Papa bulunmadığını da belirtelim.) kızıdır. 14 yaşına kadar
görkemli bir şatoda büyümüştür ve bir Prensle nişanlıdır. Ancak düğün
hazırlıkları sırasında nişanlısı zehirlenerek öldürülür. Bu felâket yüzünden
ortamdan uzaklaşmak isteyen annesi, kızını da yanına alarak Gaeta yakınlarına
doğru bir seyahate çıkar. Fakat bindikleri gemi korsanların saldırısına uğrar.
Anne-kız esir düşer, Fas’a götürülür. Burada annesi ile yanındaki diğer
kadınlar ölürken, genç kızı bir Hadım kurtarır ve onu vaat ettiği gibi İtalya
yerine Cezayir’e götürerek bir Dayı’ya satar. Vebaya yakalanır. Her nasılsa
hayatta kalır ve bu kez yolu Tunus’a düşer. Oradan Trablus’a, İskenderiye’ye,
İzmir’e, İstanbul’a; satılır durur. Nihayetinde bir yeniçeri ağasına ait olur.
Fakat o da Azak savunmasında ölür. Genç kız şimdi de Rusların eline düşmüştür.
Hizmet ettiği Boyar, saray entrikalarına kurban gittiğinde kaçmayı başarır. Tüm
Rusya’yı baştan başa geçer, kabarelerde çalışır, Rostock’tan Rotterdam’a kadar
pek çok kentte hizmetçilik yapar. Artık yaşlanmıştır ki Yahudi Don Issachar’ın
evinde Cunégonde ile yolu kesişir ve bir tür kader birliği yaparlar.
Candide, Buénos
Aires’ten kaçmak zorunda kaldığında, genç kadın Vali’nin en gözde metresi
olurken yaşlı kadın yine yanındadır. Sonraki vakitte Cacambo onları kurtarmayı başarır
ancak işler yine yolunda gitmez. Talihsizlikler iki kadını Marmara kıyılarına
dek sürükler. Candide onları bulduğunda İstanbul’da bir Prens’in hizmetçiliğini
yapmaktadırlar.
Genç adam sevgilisinin yanı sıra yaşlı kadını
da satın alır ve çiftliğine getirir.
Tüm öykünün sonunda
tıpkı diğerleri gibi yaşlı kadın da huzuru ve mutluluğu burada bulacaktır.
Cacambo’nun
Macerası:
Cacambo, Candide’in
uşağıdır. Dörtte bir İspanyol’dur. Ayrıca kilise şarkıcısı, zangoç, denizci,
keşiş, ulak, asker ve hizmetkârdır. Kitapta kendisine ilk kez genç adamın
Buenos Aires’ten kaçmasına yardım ederken rastlarız.
Yaşlı kadın kadar iyi
öğütler veren ve yoldaşlık yapan Cacambo, Eldorado ülkesine yaptıkları
seyahatin ardından Surinam’da Candide’den ayrılır. Yeniden karşılaştıklarında, III.
Ahmet’in hizmetkârlığını yapmaktadır. Başından geçenleri ve Cunégonde’un yerini
öğrenen Candide, sadık uşağını Sultan’dan satın alır ve beraberce İstanbul’a
doğru yola çıkarlar.
Macera sona ererken
tüm kahramanlar gibi Cacambo da çiftliğin daimi sakini olacaktır.
Martin’in
Macerası:
Candide, Martin’le
Surinam’da karşılaşır. Genç adam, sevgilisine kavuşmak uğrunda çıkacağı başka
bir deniz seyahati öncesi yaptığı duyuru üzerine, bölgenin en bedbaht kişisi
olduğunu iddia edenler arasından, kendisine eşlik etmesi için bu yaşlı bilgini
seçer.
Adam; karısı
tarafından soyulmuş, oğlu tarafından dövülmüş, kızı tarafından terk edilmiş,
Amsterdam kitapçılarında on yıl çalışmış, yakın zamanda işini kaybetmiş,
üstelik görüşü nedeniyle sürekli Surinamlı vaizlerin eziyetine uğrayan biridir.
İkili Bordeaux’ya
hareket eden gemiye birlikte binerler. Fransa, İngiltere, İtalya ve en
nihayetinde Osmanlı topraklarına kadar uzanan bütün seyahati boyunca Martin, Candide’e
yoldaşlık eder. Kimi zaman onu dolandırıcıların elinden kurtarır, kimi zaman
tavsiyelerde bulunur, kimi zaman da derin felsefi tartışmalara girer.
Tıpkı diğerleri gibi
o da Candide’in İstanbul’da satın aldığı çiftliğe yerleşecek, huzur ve
mutluluğu burada bulacaktır.
Maceranın
Sonu:
Candide’in
Vestfalya’daki şatodan kovulmasıyla, tek başına başlayan macerası, 7-8 kişilik
bir grupla İstanbul’da nihayete erer. Onca felâketin ardından, yerleştikleri
küçük çiftlik evinde esenliği bulmak genç adam ve beraberindekiler açısından hiç
kolay olmaz.
Cunégonde çirkin ve
huysuz, yaşlı kadın sakat ve fena halde çekilmezdir. Cacambo çalışmaktan
perişan sürekli kaderine lânet etmektedir. Pangloss herhangi bir Alman üniversitesinde
kendisine yer edinemediği için mutsuzdur. Martin’se zaten her şeyin aynı
şekilde kötü olduğuna çoktan kanaat getirmiştir.
Zaman zaman metafizik
ve ahlâk hakkında yapılan tartışmalarla harmanlanan seyir bir gün, hizmetçi
Paquette ve sevgilisi Rahip Giroflée’nin çiftliğe gelmesiyle bambaşka bir yöne
kayar. Çiftin sefaleti, herkesi derinden etkiler ve daha fazla felsefe yapmaya
iter. Candide, Pangloss ve Martin, Türkiye’nin en iyi filozofu diye geçinen bir
dervişe danışmaya giderler. Fakat insanın niçin yaratıldığına dair sorulardan ve
akabinde söylenenlerden hiç hoşlanmayan derviş, onları kapı dışarı eder.
Küçük grup geri
dönerken evinin önündeki portakal ağaçlarının gölgesinde serinleyen yaşlı bir
Türk’e rastlar. Hoş geçen sohbet esnasında adam, hiçbir şey bilmediğini, olan
bitenle hiç ilgilenmediğini, yirmi dönümlük toprağını çocuklarıyla ekip
biçtiğini, bahçesinde topladığı meyveleri de kente satılması için gönderdiğini
anlatır. Ona göre, çalışmak üç büyük fenalığı yani can sıkıntısı, ahlâksızlık
ve yoksulluğu insanlardan uzak tutmaktadır.
Söylenenler Candide’le
dostlarını derinden etkiler. Fikirlerini gözden geçirmelerini, yaşamı yeniden
tasarlamalarını sağlar. Çok basit ve sade bir karara varırlar, yeni bir ilke
edinirler: Çalışmak.
İstanbul’daki o küçük
çiftlik evinde düzen baştan kurulur. Herkes niteliğine uygun işler yapmaya
başlar. Örneğin; Cunégonde yemek pişirir, Paquette iş işler, yaşlı kadın
çamaşır yıkar, Rahip Giroflée marangozluk yapar.
Bu yeni hayatta da
bazen aralarında, ihtimaller dahilindeki dünyaların en mükemmeli hakkında
küçük felsefi sohbetler geçse de, “Bunların hepsi güzel.” diye noktayı koyar Candide
her seferinde nezaketle. “Ama bahçemizi işlememiz gerek.”
Artık herkes huzurlu
ve mutludur.
B. ESERİN
YAPISI
1759’da yayımlanan ve
Voltaire’in başyapıtı kabul edilen “Candide ya da İyimserlik” felsefi bir
öyküdür. Leibniz’in, kısaca “Her şey mümkün olanın en iyisidir.” şeklinde özetlenebilecek iyimserlik üstüne kurulu
felsefesini eleştirmek niyetiyle kaleme alınmıştır.
Yazarının kimlik ve
kişiliği, öykünün zamanının ötesine geçen etkisi ve felsefesi dikkate
alındığında, yapısal açıdan da her daim ele alınmayı hak eder Voltaire’in bu
ünlü eseri.
Arka
Plân:
Eser ön plânda, saf
ve iyi niyetli Candide’in yolculuğunu anlatır. Bu yolculukta ona eşlik eden
diğer karakterlerin başından geçenlerle genişleyen öykünün arka plânı da en az anlatılan
maceralar kadar zengin, bir o kadar da sarsıcıdır.
Savaşlar, kıyımlar,
salgın hastalıklar ve depremler çağın tüm felâketler panoramasını çizer
gibidir. Örneğin; daha yola koyulur koyulmaz Bulgarların eline düşer, şiddetli
bir işkenceye uğrar, ardından kendisini orduda savaşırken bulur Candide.
Diğer taraftan,
geride bıraktığı şato Bulgarların saldırısına uğrar, yerle bir edilir, dehşet
verici bir katliam yapılır. Üstat Pangloss’la yeniden rastlaştıklarında, adam
frengiden neredeyse ölmek üzeredir. Bindikleri geminin batmasından sonra
yüzerek kıyısına çıktıkları Lizbon’da büyük bir depremle karşılaşırlar. Yıkım,
sefalet, ölüler, yaralılar ve fırsatçılar vardır her tarafta.
İlerleyen bölümlerde
yaşlı kadın hayat hikâyesini anlatırken, bir sarayı kırıp geçiren ve kendisinin
de tutulduğu veba salgınından bahseder.
Burada Voltaire’i
derinden etkileyen iki meselenin yansımalarını görmek zor değildir. Biri ve
genel çerçevede Avrupa topraklarını harap, toplumlarını perişan eden, bir türlü
bitmek bilmeyen din ve mezhep kökenli savaşlar, ikincisi ve özel çerçevede ise
1755 yılında meydana gelen Büyük Lizbon Depremi’dir.
Bu iki olgudan ilki
insan, ikincisi ise tabiat eliyle yaratılır ve bu eksende kitap boyunca savaşlar,
kıyımlar, kimi toplumsal, kimi kişisel, kimi küçük, kimi büyük felâketler esas anlatının
arkasında akar durur.
Arka plânın
farklılaştığı bölümler de yok değildir. Örneğin; okurun giderek aşinalık
kazandığı kaçışlardan birinde vardıkları Oreillons topraklarında Cacambo ile
Candide maymunlardan sevgili edinmiş iki genç kıza rastlarlar. Bilinen ya da
bilindiği sanılan dünyanın sınırlarını zorlayan anlatı, ikilinin Eldorado
adındaki, taşı toprağı altın ve mücevherden müteşekkil hayali ülkeye
ulaşmasıyla bu sınırları kolayca aşar.
Finale gelindiğinde,
her şey ne daha iyi ne daha kötüdür. Savaş, açlık, yoksulluk, iyilik ve kötülük
yine her yerdedir. Dünya değişmemiştir belki ama ya Candide değişmiş midir? Bu
soruya net bir cevap vermek mümkün görünmese de maceranın sonunda genç adamın
dışarıdaki dünyaya karşı kendi dünyasını kurmayı başardığı kesindir. Öyle ki okur,
arka plânın tüm hoyratlığına karşın, ön plânda yakalanan iç huzur ve barışın
getirdiği dinginliği görmekte asla güçlük çekmez.
Anlatım
Dili ve Üslûp:
Voltaire, büyük bir
hiciv ustasıdır. En kötü olayları bile sarkastik bir üslûpla anlatmaktan
çekinmez. Seri şekilde sıralanan yalın kelimelerin ardına saklanan gerçek
varlığını her şekilde gösterir. Esas etki de buradan kaynaklanır.
Örneğin; Candide’in
Bulgarlar tarafından kırbaçlanmasını: “… Özgürlük denilen Tanrısal armağan
gereğince otuz altı defa kırbaçlanmayı kabul etti. Üstünden iki tur geçti. Alay
iki bin askerden oluşuyordu. Bu da ense kökünden kuyruk sokumuna kadar tüm
kaslarını ve sinirlerini dışarı uğratacak dört bin vuruş demekti. Üçüncü tura
gelindiğinde artık daha fazla dayanamayan Candide, aman dileyerek kafasının
dağıtılmasını istedi.” diye tasvir eder Voltaire.
Şiddet ve niteliği,
okuru bir yandan sarsar diğer yandan da tebessüm etmekle etmemek arasındaki o
ince çizgide tutar sürekli. Daha ileriki satırlarda, Pangloss’la ikisinin
engizisyon ateşinde yakılma macerasını görürüz.
“…
sıra halinde yürüdüler. Çok dokunaklı bir vaaz ve takiben güzel bir falsoburdon
müziği dinlediler. Şarkı söylenirken Candide ahenkle dayak yedi; Biscaya’lı ile
yağ yemek istemeyen iki adam yakıldı ve âdetten olmamasına karşın Pangloss asıldı.
Aynı gün dehşet verici bir çatırdamayla yer yeniden sarsıldı.”
Voltaire, aslında
burada inanç ve bâtıl inancı sorgulamakta, akıl dışılığın yarattığı sonuçları
sergilemektedir. Bunu yaparken de kişileri, kurumları ve uygulamaları gülünçleştirmekten
asla kaçınmaz.
Aynı yöntemi diğer
sahnelerde de kullanan yazarın kuşkusuz ki en dikkat çeken özelliği,
ifadelerinin asla bayağılaşmamasıdır. Aşağıdaki bölüm buna güzel bir örnektir.
“Ona duyduğunuz tutku, mendilini yerden
almakla başlamış.”dedi Markiz. “Bense jartiyerimi yerden almanızı istiyorum.”
“Tüm
kalbimle.” dedi Candide ve jartiyeri yerden aldı.
“Fakat
yerine takmanızı da istiyorum.” dedi kadın ve Candide
söyleneni yaptı.
Candide’in
Cunégonde’a duyduğu aşktan konuşur gibi görünüp alenen flört eden ikilinin hali
birkaç satır daha betimlenir. Ancak devamında olabilecekler hayal gücüne
bırakılır. Bu tercih, diğer taraftan da pek
çok ikilemi açığa çıkarır ve sorgulatır. Sadakat veya sadakatsizlik, saflık
veya kurnazlık, sınırlar ya da sınırsızlık gibi.
Yazarın anlatısı
tamamen objektiftir. Kişilere ve olaylara belirli bir mesafeden tanıklık eder
gibidir. Her karakterin belirli bir dünya görüşü, inancı ve yaşam tarzı vardır.
Doğru ya da yanlış yapar, tercihlerde bulunur, fikirlerini savunur. O da
bunları yargılamadan ya da müdahale etmeden doğrudan aktarır. Bu şekilde
beklenenin aksine okuru anlatının içine daha çok çeker, düşünmesini,
tartışmasını ve hesaplaşmasını sağlar.
Voltaire’in
üslubundaki mizah bazen sert ve keskin, bazen daha yumuşak ve müstehzi kitabın
sonuna dek varlığını sürdürür. Öyle ki, bitişteki son cümle düşündürürken
okurunu, yazılış tarzıyla da hafiften gülümsetir.
Felsefi
Görüş:
Anlatının hareket
noktası; ünlü Alman düşünür Leibniz’in kısaca “Her şey mümkün olanın en
iyisidir.” Şeklinde özetlenebilecek tezidir. Bu iyimserlik düşün hayatının başında
Voltaire tarafından da benimsenmiştir. Ancak 1755’deki büyük Lizbon depreminin
yanı sıra Avrupa Devletleri arasında onlarca yıl süren savaşların yarattığı
yıkım ve insanlık dramı, konuya yaklaşımını epeyce değiştirir. Bu yüzden de
artık mesnetsiz addettiği bu fikri yermek üzere Candide’i yazar.
Kitaptaki Pangloss
karakteri, Leibnizci düşüncenin yılmaz bir neferi gibidir. Yaşanan onca
felâkete, kendisinin uğradığı onca eziyet ve işkenceye karşı, son söylediği ile
ilk söylediği hep aynıdır.
Örneğin: “Her
şeyin bir amacı olduğuna göre her şey kaçınılmaz şekilde en iyi amaca
yöneliktir.” der öğrencisi Candide’e. “Dikkat ediniz: Burunlar gözlük
taşımak için yaratılmıştır, bizim de gözlüklerimiz var. Bacaklar açıkça
giydirilmek
için yapılmıştır ve biz pantolon giyiyoruz.”
Hatta o kadar ileri gider ki; her şeyin iyi olduğunu ileri
sürenlerin saçmaladıklarını zira her şeyin en iyisi olduğunu
söyler.
Bu sabit fikri
kitabın ilk sayfasından son sayfasına, ilk felâketten son felâkete kadar
değişmez. Neticede maceranın onları sürüklediği küçük çiftlik evinde,
ihtimaller dahilindeki dünyaların en mükemmelinde yaşadıklarını iddia etmeyi sürdürür.
Ona göre; şatodan kovulmasa, engizisyonun hışmına uğramasa, Amerika’yı bir
uçtan diğer uca geçmese ve Eldorado ülkesinden getirdiği tüm koyunları kaybetmese,
kısacası zincirleme seyreden onca felâkete uğramasa Candide, şimdi bulunduğu
yerde olamayacak, turunç reçeli ve fıstık bile yiyemeyecektir.
Kitaptaki diğer
karakter Martin ise bu havai iyimserliğin tam zıddı düşünceler içindedir. Daha
gerçekçi, ayrıca kötümser ve karamsardır. Kendisinin Manesçi olduğunu söyleyen adam
kötülüğün mutlak varlığına inanmış gibidir. Bu konuda sık sık Candide’le
tartışırlar. Genç adam, kendisini soyan korsanın gemisiyle batmasını; “Kimi
zaman da suç cezasını buluyor.” diyerek memnuniyetle karşılarken, yaşlı
bilgin gemideki yolcuların da ölmesinin gerekip gerekmediğini sorgulamaktadır.
Martin de tıpkı
Pangloss gibi fikri sabittir. Asla düşüncelerinden ödün vermez. İnsanın
endişeli kramplar ya da sıkıntılı uyuşukluklar içinde yaşamak üzere doğduğuna
inanır. Karşılaştığı sorun ya da olayları, her yerde her şeyin aynı şekilde
kötü olduğu zannını pekiştirecek şekilde değerlendirir. Ona göre hizmetçi
Paquette ve rahip sevgilisinin durumu ile Candide ve Pangloss’un durumu arasında
fark yoktur. Neticede herkes aynı derecede mutsuzdur.
Tüm bunlara rağmen,
tıpkı Candide ve Pangloss gibi o da yaşlı Türk’ün söylediklerinden etkilenir.
Öykünün sonunda; hayatı çekilir kılacak tek şeyin, daha fazla kafa yormadan
çalışmak olduğu kanaatine varır. Belki de böylece mutlak iyi ya da mutlak
kötünün ötesine geçerek iç huzur ve barışı bulmayı başarır.
Kahramanımız Candide,
bilindiği üzere Pangloss’un öğrencisidir. Tüm karakteri ve düşünce dünyası onun
Leibnizci felsefesiyle yoğurulmuştur. Her şeyin mükemmel şekilde vuku
bulduğuna, olaylar arasında muhakkak bir sebep-sonuç ilişkisi bulunduğuna ve
ihtimaller içindeki en mükemmel sonucun gerçekleştiğine inanır daima.
Bu sayede de yeryüzü
cenneti gibi benimsediği şatodan kovuluşundan sonra başına gelen ilk
felâketlere hep aynı iyimserlikle göğüs gerer. Her şeyin zorunlu şekilde
birbirine bağlandığına ve daha iyisi için düzenlendiğine kesinlikle kanidir: “Matmazel
Cunégonde’un yanından kovulmam, kırbaçtan geçmem, ekmeğimi kazanana kadar
dilenmem gerekti. Bunların hiçbiri, başka türlü gerçekleşemezdi.” diye
açıklar Bulgarların arasından kaçarak ulaştığı köydekilere.
Seyahatinin sonraki
safhalarında Martin, korsan gemisinin batışının suç ve ceza ile alâkasını
sorgularken, Candide kendisinden çalınan koyununa yeniden kavuştuğuna göre Cunégonde’u
haydi haydi bulacağı düşüncesiyle iyice ümitlenmektedir. Bununla beraber,
Pangloss ya da Martin kadar sabit fikirli de değildir. “İhtimaller
dahilindeki en mükemmel dünya burasıysa eğer, diğerleri nasıldır?” diye
feryat eder, Pangloss asıldığında. Yoksa üstadı yanılmakta mıdır? Artık bir
şeylerden şüphe duymaya başlamıştır.
Sevgilisiyle
kavuşamadığı diğer bir noktada ise ümitlerini tamamen yitirdiğinde büyük
karamsarlığa kapılır genç adam. Martin kesinlikle haklıdır: Her şey bir
yanılsama ve belâdan ibarettir.
Ancak değişen
koşullar ve ortaya çıkan fırsatlar onu yine etkiler. Beklentilerini ve
umutlarını canlandırır. Bu sayededir ki; Cunégonde’u bulur ve macerası boyunca
yanında bulunanlarla İstanbul’a yerleşir. Böylece sadece kendisini ve sevgilisini
değil, diğer yol arkadaşlarını da kurtarır.
Kitabın sonunda
Candide, ne Pangloss kadar iyimser ne de Martin kadar kötümserdir. Görmüş,
geçirmiş ve olgunlaşmıştır. Bu sebeple de Pangloss kendisine ne anlatırsa
anlatsın hep aynı şeyi söyler: “… bahçemizi işlememiz gerek.”
İnanç
Sistemi:
Aydınlanmanın en
büyük düşünürlerinden olan Voltaire, her şekilde akıl ve insan varlığına
öncelik tanır. Kilisenin dünya işleri üstündeki hâkimiyetinden, devlet işlerine
karışmasından rahatsızdır. Lâik bir dünya görüşüne sahiptir. Ona göre din ve
devlet işleri birbirinden ayrı yönetilmelidir. Bağnazlığa ve bâtıla asla
tahammülü yoktur. En çok da dini duyguların suistimaline. Burada, yazarın
Cizvitler arasında eğitim aldığını da hatırlatalım.
Candide, Eldorado’da
kendilerini evinde ağırlayan yaşlı adama dinlerinin ne olduğunu sorduğunda: “Akşamdan
sabaha Tanrı’ya taparız.” cevabını alır. Ülkedeki inanca ya da dine
atfedilmiş ayrıca bir ad ya da kurallar sistemi bulunmaz. Üstelik orada eğiten,
tartışan, hükmeden, dolap çeviren ve kendileriyle aynı fikirde olmayan
insanları yakan keşişler de yoktur. Sadece din adamlarını ya da kilise
uygulamalarını hicvetmek maksadıyla seçilmiş ifadeler değildir bunlar. Zira
Voltaire eleştirmekle kalmayıp aynı zamanda Tanrı’nın mutlak varlığını tüm dini
inançların önüne geçirmektedir.
Deist yaklaşımına
karşın dini reddetmez. Hatta sıradan insanlar ve toplumlar için gerekli bir
mekanizma olarak görür. Onun şiddetle karşı çıktığı şey bu mekanizmanın
çıkarlar uğruna bozulması ya da kötüye kullanılmasıdır. Bu yüzden de en sert
eleştirilerinin, en acımasız alaylarının hedefinde genellikle din adamları
bulunur. Örneğin; Pangloss’un taşıdığı illetin bir nedeni, Cunégonde’u metres
edinen ya da mücevherlerini çalan kişiler hep din adamlarıdır.
Diğer bölümde, Cizvit
Baron’un sefahati, gölgelik, serin ve küçük kameriyede altın tabaklarda sunulan
yemeklerle tasvir edilirken, hemen dışarıda Paraguaylılar güneş altında, tahta
çanaklarda, toprak üstünde darı yiyerek karınlarını doyurmaktadırlar.
Haksızlığın başka izaha ihtiyacı var mıdır?
Voltaire sadece
Hristiyanlığı ya da Hristiyanları eleştirmez. Diğer dinler ve mensupları da
onun sivri dilinden nasiplerini alırlar. Örneğin; yaşlı kadın, Fas’taki kanlı
kıyımı detaylarıyla anlatırken, tüm bunların Muhammed’in günde beş vakit
ibadeti emrettiği bilinen topraklarda cereyan ettiğini belirtmekten
kaçınmaz.
Benzer şekilde,
maceranın son durağı İstanbul’da henüz umdukları huzur ve mutluluğu
bulamamışken, Candide ve dostlarının danışmak istedikleri derviş de ruhani kimliğinden
beklenen davranışı göstermez. Onları azarlar ve kovar. Neticede küçük grubun
aradığı cevabı tabiatındaki doğal bilgelikle, yaşlı bir Türk verir. Ona göre
her derdin devası çalışmaktır. Zira çalışmak insanları can sıkıntısı,
ahlâksızlık ve yoksulluk gibi üç büyük fenalıktan uzak tutar.
Çiftliğe
döndüklerinde kendi aralarında tartışırken: “İnsan Cennet Bahçesine çalışsın
diye konmuştur.” der Pangloss. Burada yazar, Türk’ün önermesini
Hristiyanlık öğretisiyle bağdaştırarak hem kuvvetlendirir hem de genelleştirir.
Böylece Candide ile yol arkadaşları, huzur ve mutluluğu çalışmakta bulurlar.
Bu açıdan
yaklaşıldığında Voltaire’in finalde bir nevi ahlâk övgüsü yaptığını değerlendirmek
mümkündür. Zira farklı inançlarda, fikirlerde ya da statülerdeki karakterleri bir
arada tutan temel unsur aidiyetlerinden ziyade, evrensel ahlâki değerler
olmuştur.
Dünya
Düzeni:
Kitapta acımasız ve
vahşi bir dünya anlatılır. İnsanların ya da tabiatın yarattığı felâketlerde
ölüm dehşet verici şekilde gelir. Savaşlarda insanların karınları deşilir,
kolları bacakları kopar, kadınlar tecavüze uğrar, esir edilir, bir mal gibi alınıp
satılır. Örneğin; Candide’in kovulduğu şatoya Bulgar askerleri saldırır, taş
taş üstünde bırakmazlar. Cuégonde’a tecavüz eder, karnını deşerler.
Dört yanda salgın
hastalıklar kol gezer. Veba, Avrupa, Asya ve Afrika’yı kasıp kavurur.
Kurbanlarından biri de yaşlı kadındır. Şans eseri kurtulur. Frengi ise
Pangloss’un başının belasıdır. Yaygınlığını, yaşlı adamın hastalığı nasıl
kaptığını anlattığı neredeyse bir paragraflık bölümden çıkarmak mümkündür.
Savaş ve hastalıklar
kadar tabiat da acımasızdır. Deniz yükselir, gemiler parçalanır, evler yıkılır,
binlerce kişi ölür.
Bu dünyanın adalet
anlayışı da kusurludur: “Los Padres her şeye sahiptir, halkın hiçbir şeyi
yoktur; aklın ve adaletin başyapıtıdır bu.” der Cacambo. Keskin bir
mizahta, Los Padres’in Paraguay’da öldürdüğü İspanyolları, Madrid’de cennete
gönderdiğini söylerken ise gerçekte göreceli ve ikiyüzlü adalet anlayışını
gözler önüne sermektedir.
Mücevher yüklü
koyunları, denize açılmayı plânladığı geminin kaptanı tarafından kaçırıldığında
başvurduğu adalet Candide’in de işine yaramaz. Sorununa çare bulamadığı gibi
üstüne Hollandalı yargıca tonla para kaptırır.
Maceranın sonunda
genç adamla yol arkadaşlarının, esenliği Osmanlı hakimiyetindeki topraklarda
bulduğunu görürüz. Çeşitli ırk, milliyet ve inanış mensubiyetindeki toplulukların
bir arada yaşamlarını sürdürebildikleri bu coğrafyanın seçilmesi muhakkak ki
tesadüf değildir. Ancak buradaki adalet sistemi veya adaletsizlik de dünyanın geri
kalanından farksızdır. “Çiftlik pencerelerinden sık sık Limni’ye,
Midilli’ye, Erzurum’a sürülmüş efendiler, paşalar ve kadılarla dolu gemilerin
geçtiği görülüyordu. Sonra sürgün edilenlerin yerini alacak ve sıraları
geldiğinde sürülecek başka kadılar, başka paşalar, başka efendiler geliyordu.
Bab-ı Âli’de sergilenmek üzere götürülen, içi doldurulmuş kafalar
görüyorlardı.” diye betimler yazar egemen yönetim anlayışını.
Hırsızlık, yalancılık
ve dolandırıcılık almış başını gitmiştir. Candide defalarca dolandırılır,
kandırılır, aldatılır veya soyulur. Kimi zaman bile isteye, kimi zaman
çaresizce.
Voltaire sınıfsal
farklılıklardan rahatsız görünmez, aksine özellikle vurgular gibidir. Anlatı
boyunca zengin, yoksul, köle, soylu, avam, asker, filozof, devlet adamı, din
adamı veya hükümdar kısacası en alt tabakadan en üst tabakaya kadar pek çok
insan portresiyle karşılaşırız. Bu kişilerin durumları sürekli biçimde
değişkenlik ve geçirgenlik gösterir. Aniden servet kazanabilir, sınıf
atlayabilir ya da her şeylerini yitirip sefalete düşebilirler. Toplumsal
aidiyetine bakılmaksızın herkesin eşit olduğu fikri işte böyle temellenir.
Yaşlı kadın,
Cunégonde ve hizmetçi Paquette’in başından geçenler bunun kanıtıdır. İkisi
asil, diğeri alt tabakadan üç kadın da tecavüz ve işkenceye uğramaktan,
metreslikten, hizmetçilikten kurtulamaz.
Candide’in, bir prens
eskisinin elinden satın alarak kurtardığı kız kardeşiyle evlenme isteğini; “Onun
böylesi alçalmasına ve sizin de böylesi küstahlaşmanıza katlanamam.” diyerek
geri çeviren Baron’un kibirli tavrıyla inceden inceye dalga geçerken bir
taraftan da eşitlik fikrini pekiştirmektedir Voltaire.
C.SON
SÖZ
Candide’de Voltaire,
saf ve iyi niyetli bir delikanlının çıktığı ya da çıkmak zorunda bırakıldığı
yolculukta başından geçenleri hikâye eder gibi görünürken aslında gaddarlığı, şiddeti,
despotizmi, inanç sömürüsünü yermekte, her türlü bağnazlık ve kör inanca karşı
akılcılığı yüceltmektedir.
Eser temellendiği
felsefe, anlatım mahareti, sade dili ve sarkastik üslûbu sayesinde günümüzde de
sevilerek okunan klâsikler arasında yer almaktadır. Bunda dünyanın hep aynı dünya
olarak kalmasının payı da vardır kuşkusuz.
Aradan geçen yaklaşık
üç yüz yıllık süreçte ihtilâller ve devrimlerle daha demokratik yönetim
biçimleri, yeni ekonomik düzenler ortaya çıkmış, insan hakları iyileşmiş, bilim
ve teknolojide büyük ilerlemeler kaydedilmiş ancak esasta fazla şey
değişmemiştir.
Çağımızda da
coğrafyaları kana bulayan, büyük kıyım ve yıkımlara neden olan savaşlar
yapılmakta, yoksulluk ve açlık toplumları modern zamanın şartlarına uygun
şekilde ama hep aynı acımasızlıkta köleleştirmekte, salgın hastalıklar ve doğal
afetler canlar almaktadır. Adaletsizlik ve eşitsizlik hükmünü sürmekte,
bölgelere göre kimlik değiştiren inanç simsarları ise her yerde en kalbi, en
temiz duyguları gözlerini kırpmadan ve yaratıcılıkta sınır tanımadan
sömürmektedir.
Bu bağlamda özgürlük,
eşitlik ve insan haklarına dair fikirleri Fransız İhtilali’nin yapı taşlarını
döşemiş, aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden biri kabul edilen Voltaire, Candide’de
sadece kendi yaşadığı dönemin tasvirini ve eleştirisini yapmakla kalmamış, evrensel
bir düzlemde evrenselleşen anlatısıyla geleceğe seslenmeyi de başarmıştır.
Bunu yaparken finalde
kahramanlarına buldurduğu esenlik ve huzurla, kötülüğe karşı iyiliğe galebe
çaldırmış, kötümserliği iyimserlik karşısında zayıf düşürmüş, her ne kadar
Leibnizci felsefeye karşı dursa da insandaki umudu öldürmek ya da yok etmek
yerine korumayı ve canlı tutmayı tercih etmiştir.
Metin, Temmuz 2019'da Dorlion Yayınları tarafından Özlem Pekcan'ın çevirisiyle yayınlanan "Candide" adlı eserin başında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder