Yazan: Özlem PEKCAN
ozlem.pkcan@gmail.com
Colin ve Chick iki yakın
arkadaştır. Colin, son derece zengin ve elit bir yaşantı sürerken, Chick’in en
büyük tutkusu Jean-Sol Partre (esasta Jean-Paul Sartre) ve onun eserlerini
toplamaktır. Colin’in evinde Aşçı Nicolas’nın birbirinden lezzetli yemekleriyle
süslü sofralarda buluşan iki arkadaş günlerini hoş bir başıboşluk içinde
geçirmektedirler:
“-Bu yılanbalığı ezmesi
gayet güzel olmuş, dedi Chick. Bunu yapma fikrini kim verdi sana?
-
Nicolas’nın aklına geldi, dedi Colin. Soğuk su borusundan her gün lavabosuna
çıkan bir yılanbalığı var – daha doğrusu vardı.
-
Çok ilginç! dedi Chick. Niyeymiş peki?
-
Başını çıkararak diş macunu tüpünü dişleyerek boşaltıyordu. Nicolas sadece
ananaslı Amerikan macununu kullanıyordu, ona geliyordu herhalde.
-
Nasıl yakaladı onu?
-
Tüpün yerine bütün bir ananas koydu….”*
***
“Colin dengesini yeniden
bulmak için diğer yöne bakmaya başladı. Gözlerini Chick’e indirerek yılanbalığı
ezmesinin kazasız belasız sindirilip sindirilmediğini sordu.
-
Hiç sorma, dedi Chick. Ben de bir tane bulabilir miyim diye bütün gece
lavabomda balık avladım. Ama bize sadece alabalıklar geliyor.”*
Yukarıdaki
satırlardan kolaylıkla anlaşılacağı gibi Vian’ın okuyucuya sunduğu dünya
fantastik, büyülü ve masalımsı bir dünyadır. Zenginlik, onun verdiği cömertlik
ve iyimserlik çabucak yakalar okuru. Colin’in etrafında konumlanan hayat, çevre
ve insanlar olağanüstü özelliklere sahiptir. Daha ilk satırlarda jaz ve blues
melodileri dolaşmaya başlar kelimeler arasında, zira Vian caz ve Duke Ellington
hayranıdır. Sanki herkes ve her şey hikâyenin zengin çocuğuna zevk vermek üzere
görevlendirilmiştir. Örneğin; Nicolas, yaşça biraz daha büyük, yarı filozof,
tatlar konusunda usta bir aşçıdır. Tüm yaşam onun sunduğu lezzetle anlam
kazanmakta gibidir. Colin’in evi ise sahibiyle birlikte soluk almakta, ışıklı, organik,
ayrıca da ilerleyen sayfalarda anlaşılacağı üzere aşçı kadar da empatiktir.
Bu
üç adamın hayatı, tanıştıkları kadınlarla değişmeye başlar. Önce Chick Alise’le
tanışır, daha sonra da Colin Chloé ile.
İlk ikisi arasında filizlenen
aşkta, en âşık ve fedakârlık gösteren Alise’dir. Zira gözü tutkularından başka
şey görmeyen erkeğin egosantrik dünyasında bu kadın hoş, tapılası bir dekor
gibidir.
İkinci çift ise daha
birbirlerini görür görmez âşık olurlar. Hem tensel hem de ruhsal açıdan
eşlerini bulmuş gibidirler. Pembe bulut etraflarını sarar, tüm dünya acı
çekerken, yine de onların aşkını kutsuyor gibidir. Bu mutlu başlangıç,
evlilikle devam eder. Ama tabii ki hiçbir mutluluk bâki değildir, olsa zaten
böyle bir şaheser veya başyapıt ortaya çıkmaz.
Chloé balayından üşütmüş
döner ve kısa süre sonra ciddi bir şekilde rahatsızlanır. Aşkın bu dünyevi
sınavı sürerken, çift kadere karşı çoktan kaybetmiştir bile. Çünkü kadın ölümcül
bir hastalığa tutulmuştur.
“-
Nilüferi mi var? Diye sordu Nicolas inanmaz bir havayla.
-
Sağ ciğerinde, dedi Colin. Profesör başta sadece bir hayvan diye düşünmüştü.
Ama buymuş. Ekranda onu gördük. Şimdiden çok büyük…”*
İşte
bundan sonra çöküş başlar. Chloé’nin iyileşmesi ciğerindeki nilüferin ölmesine
bağlıdır. Bunun için dağ havası alması ve etrafında daima çiçekler
bulundurulması gerekmektedir. Ama çiçekler çok pahalıdır. Colin’in ömür boyu
yeteceğini sandığı serveti giderek erimeye başlar. Kısa süreli bir iyileşme
olsa da, kader bir kez daha sözünü söyler; genç kadının sağlam kalan diğer
ciğerinde de bir nilüfer ortaya çıkar. Yaklaşan sonu bilse de Colin umutsuz bir
mücadeleye girişir, zira elinden başka türlüsü gelmemektedir. Servetini
tükettiği için çalışmak zorunda kalır, karısı onu hasta yatağında beklerken, o
acımasız bir dünya ile tek başına yüzleşmektedir. Pembe bulut kaybolmuş, aşçı
yaşlanmış, ev küçülmüştür. Evin vazgeçilmez sakini “siyah bıyıklı gri fare”
ufalan, kararan camları temizlemekten ve hasta odasına ışık taşımaya
çalışmaktan bi’tap düşmüştür.
Alise
ve Chick cephesinde de işler yolunda değildir. Genç adamın Jean-Sol tutkusu
gözünü o kadar kör etmiştir ki, zenginlik günlerinde Colin’in kendisiyle
paylaştığı servetten hiçbir kuruş kalmamıştır, vergi memurları yakasına
yapışmak üzeredir. Acı çeken ve mücadeleden yılmayan iki âşık arkadaş son kez
buluşurlar.
“-
Sanmam, dedi Alise. Eski Chick değil artık.
-
Hayır, dedi Colin. İnsanlar değişmez. Sadece eşyalar değişir.”*
Bu
ne kadar felsefi veya duygusal bir tespittir bilinmez. Ama bundan sonra her şey
baş döndürücü bir hız kazanır. Chick, evinde baskına uğrayarak katledilir. Onun
katledilişi, aslında dışarıda hüküm süren acımasızlığın ve vahşetin
kahramanlara nüfuz etmiş halidir. Alise ise Jean-Sol’ün peşine düşer. Sevdiği
adamın çöküşünden sorumlu tuttuğu ünlü filozof ve yazarı yüreğini sökerek
öldürür. Arkasından onun eserlerini satan kitapçıların peşine düşer. En sonunda
kendisi de yangın çıkarttığı bir kitapçıda kül olur.
“Çantasını
açtı ve içinden birkaç gün önce masasının gözünden aldığı Chick’in yürek
sökücüsünü çıkardı.
-
Yakanızı sökebilir misiniz? Diye sordu.
-
Dinleyin, dedi Jean-Sol gözlüklerini çıkararak, bu masalı çok saçma buluyorum.
Yakasının
düğmesini açtı. Alise gücünü topladı ve kararlı bir hareketle yürek sökücüsünü
Partre’ın göğsüne sapladı. Partre ona baktı, çok hızlı ölüyordu, kalbinin dört
yüzlü piramide benzediğini görünce son bir şaşkın bakış attı.”*
Dünya
Alise ve Chick’in aşkının külleri üstünde dans ederken, kader de Chloé ve
Colin’in aşkını mezara göndermektedir. Genç kadın büyük acılar içinde ölür, ev
yıkılır. Düğünleri ne kadar zenginlik ve ihtişam içinde gerçekleştiyse, cenaze
de o kadar sefillik ve dehşet içinde gerçekleşir.
Bu
acı ve dehşet yüklü öyküde Nicolas ile sevgilisi Isis maddi ve manevi dünyanın
zevk ve acı arasında gidip gelen olaylarının empatik tanıkları gibidirler. Yine
de bu girdaba kapılmaz ve kendilerini kurtarırlar. Colin ise hayatta
kalsa da artık canlı bir cenaze gibidir ve kitabın son satırları onun
intiharını haber verir, epey farklı bir üslupta.
“Fare
kedinin ağzını açtı, başını sivri dişleri arasına soktu. Sonra hemen çekti.
- Baksana, köpekbalığı
mı yedin sen bu sabah?
- Dinle, dedi kedi,
istemiyorsan, çekip gidebilirsin. Bu şey zaten canımı sıktı. Kendi başına
halledersin.
Sinirlenmiş görünüyordu.
Küçük siyah gözlerini
kapadı ve başını yerleştirdi. Kedi sivri dişlerini dikkatlice ince, yumuşak gri
boynunun üstüne indirdi. Tüylü kuyruğunu açtı ve kaldırımın üstüne uzattı.”*
Boris Vian, ikinci dünya
savaşı yılları ve sonrasında yaşamış, önemli bir müzik, edebiyat ve sanat
adamıdır. Sık sık eleştirdiği hatta alaya aldığı Jean-Paul Sartre ve
Simon de Beauvoir’ın çağdaşı bu düşün insanının eserlerinin hayattayken hak
ettiği değeri gördüklerini söylemek pek mümkün değildir, aksine çok ağır
eleştirilere ve hatta soruşturmalara maruz kaldığı bilinen gerçeklerdir.
Çocukluğundan beri ileri derecede kalp hastası olan
yazar, Mezarlarınıza Tüküreceğim adlı kitabından uyarlanan filmin
prömiyerinde geçirdiği kalp krizi sonucu 39 yaşında hayata veda etmiştir.
Yukarıda kısa alıntıları
bulunan “Günlerin Köpüğü” de yayınlandığı sıralarda pek fazla dikkat çekmemiş,
ancak yazarın ölümünden sonra ulaştığı satış rakamlarıyla başyapıt değeri
kazanmıştır.
İnanılmaz üretken,
yaşama bağlı ve sıra dışı bu adamın diğer yapıtları arasında, “Pekin’de
Sonbahar”, “Kızıl Ot”, “Mezarlarınıza Tüküreceğim” ve “Yürek Söken” de bulunur.
Bir okuma seçkisi
yapılacak olsa, önce “Günlerin Köpüğü” ile başlanmasını, “Yürek Söken”le devam
edilmesini ve “Mezarlarınıza Tüküreceğim”le bitirilmesini öneririm.
“Günlerin Köpüğü”,
masalsı ve hoş bir üslubun, ürkütücü ve dehşet verici evrilişini mükemmelen
gösteren eşsiz bir deneme iken; “Yürek Söken” rahatsız edici ve düşündürücü,
“Mezarlarınıza Tüküreceğim” ise kelimenin tam anlamıyla şoke edici. Böyle bir
sıralama, kesinlikle eşsiz bir serüven olacaktır okuru için.
* Alıntılar: Boris Vian,
Günlerin Köpüğü, çev. Elif Ertan, E Yayınları, 2004
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder