
KEBİKEÇ
5 Ocak 2018 Cuma
6 Kasım 2017 Pazartesi
AĞAÇ - ORHAN VELİ KANIK
Ağaca bir taş attım
Düşmedi taşım
Düşmedi taşım
Taşımı ağaç yedi
Taşımı isterim
Taşımı isterim
L’ARBRE
Orhan Veli KANIK
J’ai jeté une pierre
à l’arbre
N’est pas tombée ma
pierre
N’est pas tombée ma
pierre
L’arbre a mangé ma pierre
Je veux ma pierre
Je veux ma pierre
ALBERO
Orhan Veli KANIK
Ho gettato una
pietra all’albero
Non è caduta la mia
pietra
Non è caduta la mia
pietra
Voglio la mia
pietra
Voglio la mia
pietra
31 Ekim 2017 Salı
TOMMASO CAMPANELLA YAŞAMI, ESERLERİ VE GÜNEŞ ÜLKESİ
Yazan: Özlem PEKCAN
Yaşamı
1568 yılında Calabria – Stilo’da doğan ve asıl adı Giovanni Domenico
Campanella olan yazar 1582’de Domeniken Manastırı’na girer, San Tommaso
d’Aquino’ya ithafen, Tommaso ismini alır. Bir yandan çeşitli hocalardan teoloji
ve felsefe dersleri alırken diğer yandan da Erasmus, Marsilio Ficino ve
Bernardino Telesio’nun eserlerini okur. Özellikle Telesio’nun “De Rerum Natura
Iuxta Propria Principia – Kendi İlkelerine Göre Varlıkların Doğası Hakkında”
başlıklı eseri, Aristoteles’in fiziki dünyasına alternatif dünya fikrini geliştirmesinde
etkili olur Aristoteles’in
fiziki dünyasının karşısına alternatif dünya fikrinin yerleşmesinde ve
geliştirmesinde etkili olur. Böylece Skolastik Aristotelesci Felsefeyi reddederek, bilginin tüm doğal
varlıkların sahip olduğu duyulardan kaynaklandığına ilişkin ampirik düşünceyi
benimser. 1589’da yazdığı “Philosophia Sensibus Demonstrata – Duyularla
Açıklanan Felsefe”de Telesio’nun duyulara dayalı felsefesini savunur,
deneysel alanın önemine vurgu yapar.
Ancak yerleşik fikir ve inançlara öylesi muhalif görüşler geliştirmiştir ki
diğerlerini olumsuz etkilememesi için manasıtrdan uzaklaştırılır ve aynı yıl canlı kültürel bir ortama sahip
Napoli’ye taşınır. Orada Giambattista della Porta rehberliğinde doğal büyü
ve okültizm[1] konusunda eğitim
alır. Hümanist düşünceden hayli etkilenir, özellikle büyünün bilim içindeki
gelişim ve evrimi hakkında makaleler yazar. “De Sensu Rerum et Magia
– Del Senso delle Cose e della Magia” bir elyazmasıdır ve üzerinde çok
uğraşılmış bir çalışmanın ürünüdür. 1590’da yazdığı Lâtince nüsha
1592’de Bologna’da yol arkadaşları tarafından çalınır, söz konusu nüsha daha
sonra hakkında açılan sapkınlık davasında aleyhine kullanılacaktır. Ancak
Campanella vaz geçmez, 1604’de aynı eserin İtalyancasını, ardından da yeniden
Lâtincesini yazar. Sonunda kitabın ilk baskısı 1620’de Frankfurt’ta
yayınlanır, bunu 1637’de Paris’te yeniden basımı takip edecektir.
24 Temmuz 2017 Pazartesi
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASININ YILDÖNÜMÜ

Yeni Türkiye'nin kuruluşunun ve Misak-ı Milli sınırlarının dünyaca kabulünün ilan edildiği bu Antlaşma, bağımsızlığımızın da teminatıdır.
Diğer taraftan geleceğimizin teminatı da geçmişimize sahip çıkmaktır. Tarihi unutmamalı ve unutturmamalıyız.
Aşağıda Nutuk'tan alınmış bazı bölümler var Lozan'la ilgili, günlük işlerimizden bir kaç dakika uzaklaşalım ve okuyalım. Bu günleri daha iyi anlayacağız. İşte Nutuk'tan, bazı bölümler, Atatürk anlatıyor, yalnızca o gün orada hazır bulunanlara değil, bizlere de....
Lozan Konferansı genel toplantısı, 21 Kasım 1922 günü yapılmıştır. Bu konferansta Türkiye Devleti'ni İsmet Paşa Hazretleri temsil etti. Trabzon Milletvekili Hasan Bey ile Sinop Milletvekili Rıza Nur Bey, İsmet Paşa'nın başkanlığındaki Delegeler Kurulunu oluşturuyordu.
Delegeler Kurulumuz, Kasım 1922 başlarında, Lozan'a gitmek üzere Ankara'dan ayrıldı.
Baylar, iki dönemli olup, sekiz ay süren Lozan Konferansı ve sonucu dünyaca bilinmektedir.
Bir süre, Ankara'da, Lozan Konferansı görüşmelerini izledim. Görüşmeler ateşli, tartışmalı geçiyordu. Türk haklarını tanıyan olumlu sonuç görülmüyordu.
Ben, bunu pek olağan buluyordum. Çünkü, Lozan Barış masasında söz konusu edilen sorunlar, yalnız üç dört yıllık yeni evreye bağlı kalmıyordu. Yüzyıllık hesaplar görülüyordu. Bu denli eski, bu denli karışık, bu denli bulaşık hesapların içinden çıkmak elbette pek yalın ve kolay olmayacaktı.
Baylar, bilirsiniz ki yeni Türk Devletinden önceki Osmanlı Devleti "Eski Antlaşmalar" (Uhudu Atika.) adı altında birtakım kapitülasyonların tutsağı idi. Hıristiyan halkın birçok ayrıcalıkları ve yeğlenme hakları vardı. Osmanlı Devletinin, Osmanlı ülkesinde bulunan yabancıları yargılama hakkı yoktu; kendi uyruklarından aldığı vergiyi yabancılardan alması yasaktı; devletin varlığını kemiren ve kendi sınırları içinde bulunan topluluklara karşı önlemler alması yasak edilirdi.
Osmanlı Devletinin, kendisini kuran temel öğenin, Türk ulusunun insanca yaşamasını sağlayacak yollara başvurması da yasak edilmişti. Ülkeyi bayındırlaştıramaz, demiryolu yaptıramaz; dahası, okul bile yaptırmakta özgür değildi. Bu gibi durumlarda yabancılar engel olurdu.
Osmanlı hükümdarları ve yakınları parıltılı büyük gösterişler içinde yaşayabilmek için ülkenin ve ulusun bütün kaynaklarını kuruttuktan başka, ulusun her türlü gelirini karşılık göstererek ve devletin onurunu, şerefini ayaklar altına alarak birçok borçlara girmişlerdi. O denli ki, devlet bu borçların üremlerini (faiz) bile ödeyemeyecek duruma gelmiş, dünya gözünde batmış sayılmıştı.
Osmanlı Devleti'nin Dünya Gözünde Hiçbir Değeri Kalmamıştı
Baylar, kalıtçısı (varisi) olduğumuz Osmanlı Devletinin dünya gözünde hiçbir değeri, erdemi ve onuru kalmamıştı. Uluslararası hakların dışında bırakılmış, sanki koruyuculuk ve güdüm altına alınmış gibi görülüyordu.
Geçmişteki savsaklamalarla, yanlışlıklarla hiçbir ilgimiz yokken, yüzyılların birikmiş hesapları bizden sorulmamak gerekirken, bu konuda da dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşmüştü. Ulusu ve ülkeyi gerçek bağımsızlığına ve egemenliğine kavuşturmak için bu güçlüklere katlanmak ve özveride bulunmak da bizim üzerimize yükletilmişti. Ben, ne olursa olsun olumlu sonuç alınacağına güveniyordum. Türk ulusunun varlığı için, bağımsızlığı için, egemenliği ne olursa olsun elde etmek ve sağlamak zorunda olduğu temel (hakların) dünyaca tanınacağına hiç kuşkum yoktu. Çünkü, gerçekte bu temel (haklar) güçle, hak ederek ve eylemli olarak elle tutulurcasına alınmıştı.
Konferans masasında istediğimiz, gerçekte elde edilmiş olan hakların yöntem gereği yazılıp onanmasından başka bir şey değildi. İsteklerimiz açık ve doğal haklarımızdı. Bundan başka, haklarımızı korumak ve sağlamak için gücümüz de vardı; gücümüz de yeterdi. En büyük gücümüz, en güvenilir dayanağımız ulusal egemenliğimizi elde etmiş, onu eylemli olarak halkın eline vermiş ve halkın elinde tutabileceğimizi yine eylemli olarak tanıtlamış olmamız idi.
İşte bu düşüncelerle, Konferansın gidişini soğukkanlılıkla izliyor ve gösterdiği ters durumlara gereğinden çok önem vermiyordum.
Lozan Konferansı Görüşmeleri Kesildi
Baylar, gene Lozan Konferansı'na değineceğim.
Konferansta görüşmeler, 4 Şubat 1923 günü kesildi. İki aya yakın süren görüşmelerin özeti olarak: İtilâf Devletlerinin delege kurulları, Delegeler Kurulumuza bir barış tasarısı verdiler. Bu tasarı, anlam ve öz bakımından bağımsızlığımızı zedeleyen koşulları içeriyordu. Özellikle adalet, maliye ve iktisat işleriyle ilgili maddeler çok ağırdı. Bunun için, kesin olarak bu tasarıyı kabul etmemek zorundaydık. Delegeler Kurulumuz, bu tasarıya, bir mektupla yanıt verdi.
Bu mektup şu anlamda idi: "Anlaştığımız noktaları imza ederek barış yapalım." Gerçekten, Konferansta görüşülen birçok sorunlarda bizce kabul edilebilecek olanları vardı. Mektupta "İkinci, üçüncü nitelikte olan sorunları ayrıca inceleriz. İtilâf Devletleri bu önerimizi kabul etmeyecek olurlarsa, önerilerimiz hiç yapılmamış sayılacaktır." da denilmişti.
Delegeler Kurulumuzun önerisi dikkate alınmadı. Yalnız, görüşmelerin kesilmesine "erteleme" biçimi verildi. Her devletin delegeler kurulu, kendi ülkesine gittiği gibi, bizim Delegeler Kurulumuz da geldi. Ben de, Batı Anadolu'da yapmakta olduğum geziden dönüyordum.
Lozan Konferansı Görüşmeleri Üzerine Mecliste Ateşli Tartışmalar
Baylar, İsmet Paşa Ankara'ya dönerken benim de geziden dönmekte olduğum anlaşılınca Ankara'da, tuhaf ve anlaşılmaz bir düşünce uyanmış. İsmet Paşa'nın Ankara'ya gelip hükümete ve Meclise değinmeden önce benimle buluşup görüşmesi sakıncalı görülmüş... Böyle bir görüşmeyi kötüye yoranlar olmuş. Bunu bana yazan Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey'di. Elbette bu habere önem vermedim. Tersine, bir an önce İsmet Paşa ile görüşebilmek için, yolculuğumuzu Eskişehir'de buluşabilecek biçimde düzenlettirdim. Ankara'ya gelişimizden sonra, İsmet Paşa Bakanlar Kurulunda durumu anlattı ve yeni yönerge istedi.
Meclisin görüşünü öğrenmek gerekli görüldü. Sorun Meclise getirildi. Bu konuda Mecliste günlerce ve günlerce görüşmeler ve tartışmalar yapıldı.
Anlaşıldığına göre, karşıcıllar, Delegeler Kurulumuza ve İsmet Paşa'ya amansız düşman kesilmişlerdi. Sözde barış olmuşken, İsmet Paşa yapmamış, geri dönmüş. Delegeler Kurulu, Bakanlar Kurulunun yönergesine aykırı iş görmüş...
27 Şubat 1923 günlü gizli oturumda başlayan saldırılar, 6 Mart 1923 gününe değin ateşli, coşkulu bir biçimde sürdü. Ben de başından sonuna değin tartışmalara katılmak zorunda kaldım. Karşıcıllar, sanki ne istediklerini bilmez bir durumdaydılar. Meclis, olumlu, ya da olumsuz bir karar veremeyecek duruma geldi.
Bizim açıkça anladığımız şu idi ki; karşıcıllar, barış konusunu Mecliste kendi tutkularının gerçekleşmesinde kullanmak istiyorlardı. Baylar, kimi basında da bu tutkular şaşılacak bir biçimde ateşli olarak candan körükleniyordu. Bu ruh durumu içinde bulunan Meclis ile barış sorununu sonuçlandırmanın güç olacağını görmek doğal, ama üzüntü vericiydi.
Mecliste yaptığım genel açıklama ile durumun her yönünü açıkladım. Akla gelen her şeyi söyledim. İtilâf Devletleri delege kurullarından kimisinin kendi ülkelerine dönüşlerinde verdikleri demeçleri gerçek ve temel sayarak Delegeler Kurulumuza saldırmanın beğenilecek yanı olmadığını söyledim. Delegeler Kurulumuzu dinlemek, bu kurulun yapacağı açıklamalara inanmak ve ona göre durumu değerlendirmek gerektiğini bildirdim.
Delegeler Kurulumuzun, Bakanlar Kurulunca verilmiş yönergeye aykırı iş görüp görmediğini söylemeye, Mecliste bulunan Bakanlar Kurulunun yetkili olduğunu söyledim.
En sonu dedim ki: "Delegeler Kurulu, Bakanlar Kuruluna karşı sorumludur. Meclise karşı sorumlu olan Bakanlar Kuruludur. Meclis, Bakanlar Kuruluna yeni bir yön vermek zorundadır. Bakanlar Kurulu da bu yöne uygun olarak Delegeler Kuruluna özel yönerge verir. Meclisin ayrıntılarla uğraşmasına yer ve olanak yoktur."
Yön üzerindeki görüşümü de şöyle belirttim: "Musul sorununun geçici ertelenmesinden söz etmemek üzere, yönetim, siyasa, iktisat işleriyle ilgili konularda ve öbür sorunlarda ulusun ve ülkenin haklarını, bağımsızlığını tam ve sağlam olarak elde etmek ve kurtardığımız yerlerin kesin olarak boşaltılmasını istemek temel koşuldur."
Sözlerime şunları da ekledim: "Delegeler Kurulumuz, kendine verilen görevi tam yetkin olarak yapmıştır. Ulusumuzun ve Meclisimizin onurunu korumuştur. Eğer Barış sorununu iyi bir sonuca bağlamak istiyorsak Meclisçe de Delegeler Kuruluna içgücü verilmeli ve çalışmaların sürdürülmesi sağlanmalıdır. Böyle davranırsanız, bir barış evresine gireceğimizi umabiliriz."
Meclisin, söz konusu sorun üzerindeki tartışmaları durdu. Ama, karşıcıllar saldırmak için nedenler bulup yaratmaktan kendilerini bir türlü alıkoyamıyorlardı.
Meclisin, söz konusu sorun üzerindeki tartışmaları durdu. Ama, karşıcıllar saldırmak için nedenler bulup yaratmaktan kendilerini bir türlü alıkoyamıyorlardı.
Lozan Konferansının İkinci Evresi ve Yeni Seçimlerde Ulusun Gösterdiği Uyanıklık
Yeni seçimlere, bildiğiniz ilkelerimizi ilan ederek girdik. Görüşlerimizi benimseyip milletvekili olmak isteyen kişiler, önce ilkeleri benimsediğini ve görüşlerimize katıldığını bana bildiriyorlardı. Adayları ben saptayacaktım ve zamanında partimiz adına ben ilan edecektim.
Böyle bir yöntem izlemeyi gerekli görmüştüm; çünkü, yapılacak seçimlerde ulusu aldatarak çeşitli ereklerle milletvekili olmaya çalışacakların çok olduğunu biliyordum. Yurdun her yerinde, konuşmalarım ve uyarmalarım büyük bir içtenlikle ve güvenle karşılandı.
Lozan Barış Antlaşması
Baylar, kendi başlarına başarı sağlayamayacağını anlayan birtakım kişiler de, iki yüzlü davranışlarla içimize girmek yolunu bulabilmişlerdi. Bunların içyüzleri İkinci Meclis toplanıp da göreve başladıktan sonra anlaşılacaktır.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin ikinci seçim dönemi, yeni Türkiye Devletinin tarihinde mutlu bir geçiş evresine rastladı. Gerçekten, dört yıllık Kurtuluş Savaşımız, ulusumuzun ününe, sanına yaraşır bir barışla sonuçlanmış bulunuyordu.
24 Temmuz 1923'te Lozan'da imza edilen antlaşma, 24 Ağustos 1923'te Mecliste onaylandı. Bütün ulus, ortaya attığım ilkeleri bütünüyle benimsedi. İlkelere ve dahası, bana bile karşıcıl durum alacakların ulusça milletvekilliğine seçilemeyecekleri anlaşıldı. (Nutuk'tan...)
18 Mayıs 2017 Perşembe
AHMET MÜMTAZ İDİL
![]() |
Ahmet Mümtaz İDİL 16 Mayıs 2017 tarihinde bedenini bıraktı dünyaya ve ruhunu aldı götürdü sonsuzluğa. |
Ufacık ötesi bir cüssesi vardı. En son 42 kg ya düştüğünü yazmış, tahayyül edemiyorum.
25 sene önce “Telif Hakları”nda karşılaşmıştık. Yeni evliydim, yeni işe girmiştim ve yeni anneydim. Bu yeni hayat her şekliyle özellikle ölüm-yaşam çizgisinde imtihan ederken beni, en beklenmedik anlarımda nefes verdi Mümtaz Bey.
Kaşını gözünü yarmış oğlumun peşinde hastanelerde geçen, babasını güneydoğudan beklediğim aynı gecenin sabahı uyuyup kalmışken masanın üstünde, “Genel Müdürlük” taslamak yerine, çalışma arkadaşlarıma yavaşça “söyleyin gidip evinde uyusun” diye fısıldayacak kadar hoş bir insandı, aynı zamanda da nüktedan.
Yıllar geçti, yaş aldım, olgunlaştım. Ama o değişmedi. Zeki, esprili, azıcık hüzünlü, başka pencereden bakışlı. Yollarımız ayrıldı kaç kez yine birleşti. Aynı dili konuşmazdık pek, nasıl anlaşırdık meçhul. Ancak iletişimimiz kopmadı.
“Özlem, sana yine işim düştü.” diyerek açardı telefonu sesi neşeli, çın çın. Ve ben pek severdim bu düşen işleri. Denk getirip de bir araya geldiğimizde, özellikle anlattırırdım her kelimesini ezbere bildiğim (kimisi ortak) anıları ve ilk defa duymuşcasına gülerdim kahkahalarla. Örneğin: "Kerpiç gibi çeviriler" ifadesinden daha iyi ne tanımlayabilirdi, yabancı dil bilmeyen bürokratların, bilenlere eziyetini!
Hayatına dahil değildim, bu bakımdan da başına ne geldiyse kendi ağzından öğrendim hep: Kaza yaptım, kansermişim, zatürre geçirdim, hastanedeydim, KOAH'tan şüpheleniyorlar vs... Öylesi sakince söyleyiverirdi, bir şekilde atlattığını ya da başa çıktığının görmenin rahatlığı üzerimde, nutkum tutulurdu.
“Kanseriniz nasıl?” diye sormuştum birkaç sene önce, “Anlaşma yaptık: Ben ona dokunmuyorum, o da bana. Yaşayıp gidiyoruz.” demişti.
Elbetteki kusurları vardı ve bunları dile getirecek kadar da barışıktı kendisiyle. Erdemlerini ise mütevazilikle taşırdı üstünde, lütuf değil de doğalı buymuş gibi. Hayata karşı duruşu, direnişi ve görüşü vardı. Mücadeleden, bildiklerini söylemekten vaz geçmedi. Ancak en önemlisi, her zaman insandı.
Yağmurlu bir Ankara sonbaharıydı, son kez buluşmuşuz. 4 Mayıs'taki konuşmamız da sonmuş, yine hastanedeydi. Gayet iyi hatırlıyorum zira daha sonraki aramalarım karşılıksız kaldı, alıştığım cevap gelmedi hiç. Yoğun bakımda uyutuyorlarmış, doktor söyledi.
Vakit tamamsa gitmemek olmaz, biliyorum da keşke biraz daha kalsaydı...
Özlem PEKCAN
24 Mart 2017 Cuma
YANSIMALAR ÜCRETSİZ SERGİLENECEK
Gülüm Pekcan Dans Tiyatrosu "Yansımalar" oyununu 27 Mart Dünya Tiyatro Gününde ücretsiz sahneliyor.
Ankara'da saat 20.30 da Gülüm Pekcan Oda Tiyatrosunda Güniz sok. 44/4 Kavaklıdere adresinde oynanacak oyun, iç dünyanın dışa yansımasını dans diliyle yorumluyor.
Oyunda:
Oğulcan Abacıoğlu
Güleda Abacıoğlu
Hacı Veli Kurt
Gülüm Pekcan Şimşir
rol alıyor.
19 Mart 2017 Pazar
OSMANLI PADİŞAHLARI VE SANAT
Hazırlayan: Özlem PEKCAN
Osmanlı Padişahlarının; devlet işlerinin yanısıra sanat ile de yakından alâkalı oldukları tarihin bilinen ve tartışmasız kabul gören gerçeklerindendir.
Bu çalışmada hangi padişahın hangi sanatla ilgilendiğine ilişkin kısa bilgi ve örnekler verilmiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)